|
Nuri Gürgür
( 1940)
Türk Ocakları Eski Genel Başkanı
ATO Meclis Başkanı
huhukçu, işadamı
1940 yılında Erzincan'ın Kemaliye ilçesinde doğdu. Ankara Hukuk Fakültesi'nden 1963 yılında mezun oldu. Öğrenciliği sırasında 1958-1961 yılları arasında Türk Ocağı Gençlik Kolu'nda kurucu ve yönetici olarak görev yaptı. 1961 yılında bir grup arkadaşıyla Üniversiteliler Kültür Kulübü Derneği'ni kurdu. Bu dernek uzun yıllar milliyetçi gençlerin fikri ve kültürel çalışmalar yaptıkları önemli ve etkili bir alan oldu. 1961-1963 yılları arasında MTTB'nde Ankara İcra Kurulu Başkanlığı görevini yürüttü. Bu yıllarda Son Havadis gazetesi ve Düşünen Adam dergisinin meclis muhabiri, Ankara Ticaret Postası'nın köşe yazarı olarak gazetecilik yaptı. 1967 yılında başladığı avukatlığı, 1970 yılında ticarete başlayıncaya kadar sürdürdü. 1968 yılından 1971'e kadar Üniversiteliler Kültür Derneği'nin yayın organı olarak çıkarılan Ocak Dergisi'nin yazar ve yönetmenliğini yaptı. 1969 yılından itibaren Devlet dergisinin yazarları arasında yer aldı.
1975 yılında MHP Genel İdare Kurulu'na girdi ve partide 1976 - 1978 yılları arasında genel sekreter yardımcısı olarak görev yaptı.
Türk Ocakları'nın yeniden faaliyete geçirilmesini ve Türk Yurdu dergisinin yeniden yayınlanması çalışmalarında yer aldı, yazı kurulunda görev yaptı. 1993 - 1994 yıllarında Türk Ocağı Ankara Şubesi Başkanı oldu. 1996 Kurultayında Türk Ocakları Genel Başkanlığı'na seçildi. Hâlen bu görevi yürütmekte ve Türk Yurdu dergisinin başyazarlığını yapmaktadır.
Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı'nın kurucuları arasında yer aldı. 1989 -1992 yıllarında Vakıf Mütevelli Heyeti'nde görev yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmaktadır.
1995 yılından bu yana Ankara Ticaret Odası Meclis üyesidir. 1999 yılından beri ATO Meclis Başkanı olarak görev yapmaktadır.
ESERLERİ:
Yorumlar ve Yankılar, Milliyetçilik Üzerine isimli basılı iki eseri vardır.
HABER
Nuri Gürgür yazdı: Türk Milliyetçiliği Bu Suçlamalara Müstahak Değildir
20 Şubat 2013
www.turkocagi.com.tr
Başbakan Erdoğan’ın Midyat’taki konuşmasının ve iki gün sonra parti kurulunda yaptığı konuşmanın ana teması milliyetçilikti. Milliyetçilik gibi Mustafa Çalık’ın ifadesiyle “telaffuzu kolay, grameri zor” bir kavramın bir siyasetçinin konuşmasının ağırlık merkezini oluşturmasının ne derece kritik ve hataya açık bir tercih olduğu bu vesileyle bir kere daha görülmüş oldu. Doğruların ve yanlışların iç içe girdiği, bilimsel seviyesi ve içeriği olmayan ifadeler hem siyasî çevrelerde hem de toplum kesimlerinde doğal olarak tepkilere yol açtı.
Başbakan’ın “kim ki kendi ırkının, kavminin, kendi kabilesinin diğerlerinden üstün olduğunu iddia ediyorsa o kişi şeytanın izindedir……Etnik milliyetçiliği kim yaparsa yapsın, fesat içindedir, fitne peşindedir” ifadeleri aklıselim ve vicdan sahibi herkesin doğruluğunu onaylayacağı hükümlerdir; ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın üstüne basa basa Türk Milliyetçiliğini de “kavmiyetçilik-ırkçılık” çerçevesinin içine katıp suçlamasının doğru ve haklı bir yanı yoktur.
Başbakan Erdoğan’ın bir başka hatası, peygamber efendimizin Veda Haccı hutbesinden bir ifadeyi iktibas ederek haklılık kazanmak istemesidir. Allah Resulü o hutbesinde putperestliği, kavmiyetçiliği, tefeciliği, her türlü kan davasını kınarken, bunların cahiliye dönemi adetleri olduğunu belirterek “ayaklarımın altında” sözüyle ümmeti uyarmıştır. Bir siyasetçinin siyasi içerikli konuşmasında bu cümleyi alıp kullanması, kendine göre içtihat yapmak istemesi yanlış bir tercih, yersiz bir benzetmedir. Her müminin doğrudan akıl ve ruh dünyasına hitap eden, asırlar boyunca inananların haz duyarak, ders alarak okudukları bu muhteşem Veda metninden siyasi bir mesaj amacıyla alıntı yapılmasının uygunsuzluğu ortadadır. Bunu kimse siyasi mülahazalarla tevile kalkışmamalı; hata yapıldığının anlatılıp ikaz edilmesinin manevi ve vicdani bir mükellefiyet olduğu unutulmamalıdır.
Başbakan Erdoğan Midyat’taki konuşmasında “bizim milliyetçilik anlayışımızda insan severlik, fakirin, fukaranın, gurabanın yanında yer almak var” diyerek kendi milliyetçiliğini ifade etmiş oluyor. Başka bir ifadeyle, ayaklarının altına alıp, paspas yapmadığı bir milliyetçilik anlayışını benimsediğini söylemesi “her türlü milliyetçiliğe karşıyız” görüşüyle bağdaşmıyor.
Başbakan’ın ısrarla Türk milliyetçiliğini ırkçılık-etnikçilik olarak nitelendirmesi, Türk milleti olgusunun sosyolojik, tarihi ve kültürel mahiyetini görmezlikten gelmesi ilmi gerekçesi olmayan sübjektif bir tavırdır.
Kimse Türk milliyetçiliği fikrini benimsemeye mecbur değildir. Nitekim yüz yıldır milliyetçiliği her türlü kötülüğün kaynağı, savaşların müsebbibi sayarak karşı çıkan, benimsedikleri felsefi, ideolojik, evrenselci ve kozmopolit görüşleri çerçevesinde eleştiren akımlar mevcuttur. Ancak Başbakan’ın Türk milliyetçiliğine ilişkin söyledikleri fikri bir tartışma değil, hakarete varan siyasi bir suçlamadır. Bu suçlamaların muhatabı olan milliyetçi camia yani milletini seven, ülkesine, kültürel değerlerine hizmet etmeyi hayatının anlamı sayan, tarihinden, Türk olmaktan onur duyan milyonlarca insan Başbakanın ağzından Cumhuriyet döneminde benzeri görülmeyen ağır bir hakarete maruz kalmış, incitilmiştir.
Sayın Erdoğan pek çok konuşmasında “millet” kelimesini kullanıyor; fakat ısrarlı şekilde milletin adını belirtmiyor. Böylece “bir millet, bir vatan, bir bayrak” derken isim belirtilmediğinden bunların her biri soyut birer kavram olarak muallakta kalıyor. Sonuçta Türkiye topraklarında yaşayan ama adı bulunmayan nötr bir toplumdan bahsedilmiş oluyor.
Oysa Yugoslavya, Çekoslovakya gibi bir süre önce ayrışıp bölünen devletlerle, Belçika gibi kendine özgü yapısı olan bir devletin dışında, her konuda örnek aldığımız Batı dünyasında bütün devletler kurucu unsurun adıyla anılır. Fransa derken, Fransız milleti, Almanya derken Alman milleti, İtalya derken İtalyan milleti kastedilir. Bu ülkelerin bir çoğunda farklı etnik yahut kültürel grupların olması milletin adını belirtmekten kaçınmayı gerektirmez. Türkiye’de de Türk ismi Türkiye vatandaşı anlamına gelir ve kimse dışlanmaz. İlk anayasamızda “Türkiye devletini kuran halk Türk ıtlak olunur” ifadesiyle bu husus açıkça belirtilmiştir.
Erken Cumhuriyet döneminde yapılan, 1980’de tekrarlanan bazı hatalı uygulamaların ısıtılıp ısıtılıp gündemde tutulmaya çalışılması, Türklük kavramının etnisite sayılması, her bakımdan sakıncalıdır. Kültürel zenginliğimizi oluşturan ve yüzyıllardır barış ve huzur içinde yaşadığımız kültür ve medeniyeti, millet olgusunu yok saymak, bazı politik ve ideolojik amaçlarla mikro milliyetçilikler oluşturmaya çalışmak bu ülkenin tabanına dinamit yerleştirmektir.
Son dönemlerde organize şekilde yürütülen propagandalarla, yapılan yayınlarla “Türk’üm” demek şovenlik ve ırkçılık gibi gösterilmeye, milli kimliğimiz konuşulamaz hale getirilmeye çalışılıyor. Buna karşılık Kürtçülük, ırkçı-etnikçi bir hareket değil devletin zulüm yaptığı, yok saydığı, asimile etmeye çalıştığı bir halkın haklarını elde etmeye yönelik haklı bir girişimi olarak sunulmak suretiyle meşrulaştırmak isteniyor. Devletin egemenliğini paylaşması, ülkeyi iki devletli, iki milletli bir yapıya dönüştürmesi için yoğun baskı yapılıyor.
Yüz yıl önce Türk milletini, Rumeli’de yapıldığı gibi Anadolu’dan da söküp atmak, Konya Ovası’nda küçük bir alana sıkıştırmak amacıyla yürütülen tarihi Şark projesi bağlamındaki emperyalist saldırılara karşı çıkıp direnenler Türk milliyetçileriydi. Tamamıyla milliyetçi bir direniş olan Milli Mücadelenin kazanılmasından sonra yeni devletin kurulması, Türkiye Cumhuriyeti milliyetçilik fikrinin en büyük başarısıdır.
Aradan 90 yıla yakın zaman geçti, şartlar değişti; ama milletini seven, yüreğinde bu sevdayı, mensubiyet duygusunu taşıyan, aynı azim ve inançla, milli heyecan ve ruhla bu milletin mensubu olmaktan onur duyan insanlar var; bunlar Türk milliyetçileri, benimsedikleri fikir Türk milliyetçiliğidir. Bunu kavmiyetçilik, ırkçılık ve şovenlik olarak görüp suçlamanın, siyasi hesaplar uğruna milli hassasiyetleri törpülemenin, duyguların zayıflamasını istemenin milletimize karşı büyük bir haksızlık olduğunu basiret sahibi herkesin görmesi gerekir.
GÖRÜŞ
Mısır’da Yangın Çıkarsa Bütün Bölge Tutuşur
Nuri Gürgür
Türk Yurdu Temmuz 2013
Mısır’da Batılıların ısrarla “darbe” olarak nitelendirmedikleri askeri müdahale neticesinde nereye savrulacağı bilinmeyen bir “belirsizlik” dönemi başladı. Mursi’nin devlet başkanlığı görevinden uzaklaştırılması, aslında Müslüman Kardeşler (İhvan) iktidarına son vermek için yapılan geniş çaplı bir operasyondur. Mursi’nin cumhurbaşkanlığının birinci yıldönümüne günler kala Tahrir Meydanı’nda başlayan gösteriler ve buna paralel şekilde görevinden ayrılması için başlatılan imza kampanyasına katılanların sayısının 22 milyonu bulması, askeri müdahaleye zemin hazırlamak için yürütülen girişimlerdi. Nitekim gelişmeler plânlandığı şekilde sonuçlandı.
Mursi’nin cumhurbaşkanlığını ve Müslüman Kardeşler’in iktidarda olmasını asla istemeyen, bir yıllık görev süresinin tamamlanmasına bile tahammülü olmayan iç ve dış güçlere karşı direnmesi mümkün değildi, çünkü:
1.Müslüman Kardeşler yeterli hazırlığa sahip olmadan iktidara geldiler. Mısır toplumunun, ekonomisini, devlet yapısını, bürokratik mekanizmaları, yargıyı, Mısır ordusunun tercihlerini, ilişkilerini doğru okuyarak gerçekçi bir yol haritası belirleyemediler. Öncelikle çalışmak yerine, tamamıyla kendi doğrularına itibar eden, kurumsal yapılara yerleşmeye çalışan inhisarcı bir yöntem tercih ettiler. Sandıkta çoğunluğu sağlamanın iktidarı sürdürmek için yeterli olmadığını ancak iş işten geçtikten sonra gördüler. Toplumun farklı kesimleriyle, kendilerinin dışındaki çevrelerle gerekli diyalogu kuramadıklarından yalnız kaldılar. Daha sert ve köktenci bir İslâm anlayışını temsil eden Selefiyeci Nur Partisi’nin bile Tahrir Meydanı’ndaki gösterilere katılması, Genel Kurmay Başkanı’nın müdahale kararını açıkladığı toplantıda Selefi liderlerle El Ezher Şeyhi’nin de yer alıp desteklediklerini açıklamaları İhvan’ın yalnız kaldığının açık göstergesidir.
2.Mursi’nin seçimi kazanacağının, Müslüman Kardeşler’in iktidara geleceğinin anlaşıldığı ilk turdan itibaren organize bir direniş başlamıştır. Genel Kurmay Başkanlığı, Anayasa Mahkemesi ve Kahire İdare Mahkemesi bu tarihten itibaren arka arkaya aldıkları kararlarla Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini, atama yapma hakkını büyük ölçüde budadılar. Mursi Şura Meclisi’yle sınırlı dar bir alana sıkışıp kaldı. Ne polise ne de istihbarata söz geçirebiliyordu. Basında yoğun bir yıpratma kampanyası yürütülüyordu.
3.Mısır ekonomisi çok bozuktu; yüksek düzeyde bir işsizliğin yaşandığı, yoksulluğun arttığı, başta turizm olmak üzere gelirlerin azaldığı, rüşvetin yaygınlaştığı, elektrik ve akaryakıt sıkıntısının yoğunlaştığı bir ortamda iktidara gelmek Mursi’yi ilk günden itibaren büyük sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Çıkış yolu bulabilmek için yaptığı bütün girişimler sonuçsuz kaldı. Körfez ülkeleri yardım taleplerini cevapsız bıraktılar. IMF ile anlaşma yapmak maksadıyla başlatılan görüşmeler, bu kuruluş tarafından bilinçli olarak karar aşamasına getirilmedi. Bu sıkışık ortamda elektrik ve akaryakıt sıkıntısının zirve yapması, kuyruklar oluşması tepkileri daha da tırmandırdı. İlginçtir; Mursi’nin devrilmesinden itibaren bu sıkıntılar aniden ortadan kalkıverdi.
4.Bir başka önemli gelişme Körfez ülkelerinin ve Suudi Arabistan’ın darbenin hemen ardından yardım musluklarını sonuna kadar açmalarıyla yaşandı. Önce Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, hemen arkasından Kuveyt eşine sık rastlanmayan bir bonkörlük sergileyerek Mısır’a toplam 12 milyar dolar gibi büyük miktarda yardım yapacaklarını açıkladılar. Bu yardımlar darbeyi yapan silahlı kuvvetlerin arkasında, bu operasyona destek veren geniş bir uluslararası koalisyonun bulunduğunu gösteriyor.
Avrupa Birliği ülkeleri ve ABD darbeyi olumlu bir gelişme olarak görüyorlar. İsrail tavrını açıklamamaya özen gösteriyor. Ancak Müslüman Kardeşler’in varlığından olduğu kadar Mısır gibi stratejik önemi büyük bir ülkede iktidar olmasından son derece rahatsızlık duyduğu biliniyor. İsrail, Mısır silahlı kuvvetlerinin Mursi’nin bilgisi ve onayı olmamasına rağmen Refah sınır kapısından Gazze’ye geçişleri sınırlandırmasını, yardım tünellerinin tahrip edilmesini güvenliği açısından olumlu bir tavır olarak görüyor. Bu gibi nedenlerle Müslüman Kardeşler’le Mısır ordusunu farklı değerlendiriyor.
Suudi Arabistan’ın ve Körfez Emirliklerinin Arap baharı diye adlandırılan gelişmelerden başından beri rahatsız oldukları biliniyordu. Bu toplumsal dalgaların kendilerine ulaşarak saltanatlarının yıkılacağından korkuyorlardı. Bu yüzden Suriye muhalefeti içerisinde Müslüman Kardeşler’in güçlenip kontrolü ellerine almaması için yoğun çaba gösterdiler. Arap dünyası için her bakımdan etkileyici ve merkez konumunda olan Mısır’da Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesinden tedirgin oldular. Bu nedenle Mısır ordusunun yaptığı darbeyi memnuniyetle karşıladılar, vakit geçirmeden kesenin ağzını açtılar.
Sonuçta darbenin yapıldığı saatlerde her bakımdan düşündürücü ve anlamlı garip bir koalisyon oluştu. İçerde Mısır Silahlı Kuvvetleri+liberal ve laik kesimler +selefiler+El Ezher uleması+Hıristiyan Kıptiler.
Dışardan; Avrupa Birliği ülkeleri+ABD+Beşar Esad ve Suriye’nin BAAS diktatörlüğü+İsrail+İran ile desteklerini sessiz kalarak ifade eden Rusya ve Çin.
Pek çok alanda politik ve ekonomik alanda rekabet içerisinde olan, kıyasıya mücadele eden bu ülkelerin darbe konusunda aynı noktada buluşmaları, askerin idareye el koymasını desteklemeleri ibret verici bir tablodur.
Bir yanda Tahrir Meydanı, diğer yanda milyonlarca Mısır’lının günlerdir toplandığı, askerin acımasızca üzerlerine ateş ederek 53 kişiyi katlettiği Rabia’Tul Adeviye Meydanı. Mısır artık ortadan ikiye bölünmüş durumda. Nefret ve öfke dolu bu kutuplaşmanın toplumsal bir çatışmaya dönüşmesi her bakımdan felaket olur. İç ve dış merkezlerin oluşturduğu koalisyonun eylem gücü konumundaki Mısır ordusunun İhvan’ın ezilmesini isteyen destekleyicilerinin telkinlerine uyarak, şiddet kullanmaya devam etmesi durumunda, Irak ve Suriye’de yaşanan faciaların Mısır’da da yaşanması kaçınılmaz hale gelir.
Mısır’da Müslüman Kardeşler’in şimdiye kadar İslâm ve demokrasiyi birleştirmek istedikleri, El Kaide gibi silahlı eylem yöntemini benimseyen Selefiyeci-cihatçı akımlardan uzak durmaya çalıştıkları ortadadır. Şimdiden sonra büyük çoğunluğu ekonomik sıkıntılar içerisinde bunalan Mısır halkının özellikle yoksul kesimlerinde Selefist-cihatçı radikal akımların gelişmesi, El Kaide’nin toplumsal taban kazanması sadece Mısır’da değil bütün bölgede çatışma ortamını doğmasına yol açar.
Batı dünyası her zamanki gibi geleneksel oryantalist ve kolonici yaklaşımıyla olaya ekonomik ve siyasal çıkarları açısından bakıyor. Dillerinden düşürmedikleri, işlerine geldikleri zaman bol bol referans olarak kullandıkları insani ve hukuki değerleri, demokratik ilkeleri çıkarları söz konusu olunca tereddüt etmeden bir kenara fırlatıp atıyorlar.
İsrail bölge politikalarındaki rolünü, etkisini, yönlendirme kabiliyetini, ABD üzerindeki nüfuzunu bir kere daha göstermenin gururu içerisinde; gelişmeleri mutlulukla izliyor.
Mısır ekonomisinin, temel ticari kurumların % 40’ını elinde bulunduran, devlet yapısını geniş ölçüde kontrolünde tutan Mısır ordusu, pozisyonunu belirlerken öncelikle bu imkânları kaybetmemeye, son sözün kendisine ait olmasına büyük özen gösteriyor. Zaten demokrasinin benimsendiği, iktidarın sandıkta belirlendiği bir yönetim tarzında ortaya çıkabilecek sonuçları ne bu darbeye destek veren Körfez’deki hanedanlar ve Suudiler, ne de İsrail ve Kolonyalist Batılı merkezler kesinlikle istemezler. Bu yüzden ordunun İhvan’ı sindirmeye yönelik girişimlerini alkışlıyorlar, teşvik ediyorlar.
Başta Türkiye olmak üzere, Mısır halkına samimi duygular besleyen, huzurunu, refahını, mutluluğunu isteyen ülkelerin gösterecekleri çabalar bu ülkede akl-ı selimin, basiretin, sağduyunun hâkim olmasını sağlayabilir mi? Zor ama yapılması gereken budur. Tarafların bir şekilde sandıktan çıkacak sonuçlara razı olmaları, birbirlerine tahammül ederek, anlayış göstererek birlikte yaşamak zorunda olduklarını kabul etmeleri Mısır halkının bu kritik süreçten selamete çıkmasının yegâne yolu olarak görünüyor. Aksi takdirde Mısır’da ortaya çıkacak yangın kısa zamanda bölgenin tamamını ve İslâm dünyasını sarar. Sonuçta Müslümanların yaşayacağı acılar, sıkıntılar Batılıların umurunda bile olmaz. Cezayir’de 1992 yılında FİS (İslâmi Hareket)in iktidara gelmesini engellemek için yapılan ordu müdahalesinde 200 bine yakın Cezayir’ linin hayatını kaybetmesine karşılık dünyanın bu faciaya seyirci kaldığını kimse unutmamalıdır.
GÖRÜŞ
Kuvvetler Ayrılığı’ndan Kuvvetler Birliği’ne Geçme Girişimi Siyaseten İrticadır
Nuri Gürgür
www.turkocagi.org.tr
20 Ocak 2014
HSYK’da köklü değişiklikler yapan kanun teklifi Adalet Komisyonu’ndan geçti. Son dakikada yeni bir gelişme olmazsa, Genel Kurul’da görüşülmesi muhtemelen bu hafta tamamlanacak. Hükümet, Meclis’teki büyük çoğunluğuna dayanarak, yargıyı kontrolüne almanın yollarını açacak bu düzenlemeyi yapmakta kararlı görünüyor. Ancak teklifin bu haliyle yasalaşması durumunda, artık Türkiye’de Anayasa’da belirlenen “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi ağır bir yara alacaktır.
Teklif yasalaşırsa, HSYK’daki görevlilerin tümünün görevi son bulacak. Yeni görevlendirilmeler doğrudan Adalet Bakanı tarafından yapılacak. Teftiş Kurulu Başkana bağlı olacak. Böylece teftişler Bakanın talimatına göre yapılacak ve müfettişler Bakan’a karşı sorumlu, dolayısıyla “bağımlı” olacaklar.
Tetkik Hâkimlerini ve Adalet Akademisi’nin 31 üyesinin 22’sini Bakan seçecek. HSYK’nın bütün yetkileri Bakan’a devredilecek. Bakan tek başına HSYK üyeleri hakkında soruşturma ve kovuşturma makamı haline gelecek. HSYK üyeleri böylelikle Bakan’a bağlı olacak. Toplantı yeter sayısı yükseltilerek, gerekli görüldüğünde, Kurul toplanamaz hale getirilecek. Genelge çıkarma yetkisi Genel Kuruldan alınıp Bakan’a verilecek.
Anayasa’nın 159’ncu maddesinin bu gibi konuların kanunla düzenlenme yetkisini veriyor olması, Meclis’teki çoğunluğuna dayanarak Anayasa’nın Kuvvetler Ayrılığı ilkesine aykırı kanunlar yapmaya kesinlikle cevaz vermez. Çünkü bunu yapmak, Anayasa’nın ihlâli anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, Yargının bu ölçüde Bakanlık üzerinden Yürütme organına bağlanması, sistemin “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesinin değiştirilmesi, 1924 Anayasası’nda olduğu gibi “Kuvvetler Birliği”ne dönüştürülmesi anlamına gelir.
1921 yılında, Milli Mücadelenin olağanüstü şartları halinde çıkarılan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu”nun ve ardından 1924 tarihli Anayasa’nın beher özelliği Rousseau’nun milli irade kavramından esinlenilerek Kuvvetler Birliği’nin esas alınmasıdır. Mustafa Kemal Paşa o günkü şartlar içerisinde Kuvvetler Ayrılığı’nın iktidarı sınırlamak için anlamlı bir araç olmadığını, “tabiatta dahi Tevhid-i Kuvva” (Kuvvetler Birliği) bulunduğunu savunur. Görüşünü savunmak için Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson’un kitabından örnekler vererek şöyle der: “Ben korkmadan, çekinmeden ve tam bir katiyetle ifade ediyorum ki, milli hâkimiyetin değiştirilmesi ve yorumlanması değil, fakat bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle veya böyle olmasını talep edenler benim gözümde en koyu mürtecidir.”
Çok partili döneme geçilip 1950’de serbest seçimlerin yapılması, 27 yıllık CHP iktidarının değişmesi, Anayasa ve yasalarda demokrasinin gerektirdiği düzenlemeler yapılmadığından sistemin özünde değişikliğe yol açmadı. Bu nedenle on yıllık Demokrat Parti iktidarı süresince, hükümetin mevcut anayasadan kaynaklanan yetkilerini kullanarak yaptığı bazı icraatlar ve çıkardığı bazı yasalar Anayasa’ya uygun olmasına rağmen devamlı eleştirildi, “anti demokratik” olarak nitelendirildi. Bu gerekçelerle yapılan 27 Mayıs darbesinden sonra DP yöneticileri Yassıada’da mevcut Anayasa’yı ihlâl etmekle suçlanıp yargılandılar; mahkûm edildiler. Bir başbakan ve iki bakanın idamına yol açan suçlamaların en önemli gerekçesi, darbeden iki ay önce TBMM’de “Tahkikat Komisyonu”nun kurulmasıydı. Oysa 24 Anayasası’nda Meclis’te bu tür kanunların çıkarılmasına aykırı bir hüküm yoktu. Tam aksine yasama organı, yürütme ve yargı organlarının işleyişini düzenleyecek yetkiye sahip bulunuyordu. Rahmetli Menderes 1955 yılında parti içi sorunlar yaşandığı sırada yapılan grup toplantısında, milletvekillerinin yetkilerinin ne derece geniş olduğunu anlatmak amacıyla “siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” derken bir rejim değişikliği iması yapmıyor, sadece Meclis’in ne derece geniş yetkilere sahip olduğunu anlatmak istiyordu.
27 Mayıs darbesinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası’nda, Yasama organının (dolayısıyla hükümetin) bu derece geniş yetkilere sahip olmasını engellemek maksadıyla, yargıyı öne çıkaracak hükümler konuldu; Anayasa Mahkemesi ihdas edildi, Danıştay’ın yetkileri artırıldı. Ancak kısa süre sonra bunun ifrat-tefrit anlamında başka sorunlara yol açtığı görüldü. Çünkü özerk alanlar teşkil edilirken, aynı zamanda jüristokratik eğilimler taşıyan ideolojik yargı ihdas ediliyor, Yürütmenin alanı fazlasıyla daraltılıyor, Yasamanın bazı yetkilerinin Anayasa Mahkemesi tarafından kullanılmasının kapıları açılıyordu. Nitekim gerek 12 Mart’taki askeri vesayet döneminde, gerekse 12 Eylül Anayasası’nda bu sorunlar ortadan kaldırılmaya çalışıldı.
Partiler arasında sorunun Anayasa’da değişiklik yapılarak çözümlenmesi hususunda anlaşma olmadığı taktirde, hükümet bu yasayı çıkarmakta kararlı görülüyor. Kısa bir süre önce konunun Meclis’te Anayasa değişikliği yapılmak üzere görüşülmesi için Başbakan ve parti liderleriyle temaslar yapan, ancak teklif ve telkinleri kabul görmeyen Cumhurbaşkanı Gül Kanun’u imzalar mı; bilmiyoruz. İmzalaması durumunda hukuki yollar elbette tıkanmış olmayacaktır. Muhalefet Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusu yapacak. Ancak AYM Yasayı iptal, hatta tartışılacak bir karar alarak yürütülmesini durdurması durumunda bile sistem çoktan değişmiş olacaktır. Çünkü AYM kararları geçmişe teşmil edilmeyeceğinden, aradaki birkaç günlük sürede yapılacak olan bütün işlemler geçerliliğini koruyacaktır.
Yapılacak işlemlerin Danıştay’a götürülmesi yolu da tıkanmaktadır. Çünkü teklifin yasalaşmasıyla birlikte HSYK’nın Genel Sekreter Yardımcısı’ndan bütün elemanlarına kadar çalışanlarının tamamı boşa çıkmış olacak; Adalet Bakanı yerlerine dilediği kişileri tayin edebilecek.
Özellikle son aylarda ortaya çıkan güncel sorunlar, yaşanan iktidar ve güç mücadelesi gerekçe gösterilerek, usul ve yasalardaki bazı boşluklardan yararlanılarak sistem değişikliği yapılması, sorunları çözmek bir yana çok daha karmaşık hale getirecektir. Çünkü kanunen meşru ancak hukuka bağlılık anlamında yanlış adımlar orta vadede siyasal ve toplumsal gerginliklerin, kutuplaşmaların tırmanmasına yol açar.
Kararlarda öfke ve nefret gibi mantıklı düşünmeyi bastıran duygusal faktörler etkili olunca, itidal ve basiret kolayca unutulabiliyor. Yaşanılan sorunların kaynağının kuvvetler ayrılığı değil, uygulamadaki hatalar olduğu görülmüyor. Dolayısıyla kuvvetler ayrılığının zayıflatılıp, yürütmenin etki alanı genişletilince zihniyet ve düşünce bakımından güvenilen kişilere görev verilince problemlerin biteceği düşünülüyor. Oysa günümüzde, gelişmiş bir demokrasinin ve gerçek alanda hukuk devleti olmanın temel şartının “kuvvetler ayrılığı” olduğu artık tartışılmıyor. Bu konuda en önemli husus, kuvvetlerin, organların birbirleriyle ahenkli ve saygılı bir biçimde çalışmalarını sağlayacak “kontrol ve fren” mekanizmasının oluşmasıdır. Bu mekanizmanın varlığı ve işlerliği demokratik sistemin teminatıdır. Bu olmadığı taktirde yürütme organında çoğunluğu elinde tutan iktidar, Yürütmenin egemen olacağı otoriter bir sistemi kurmaya yönelir. Jüristokratik vesayetten kurtulma adı altında “Kanun Devleti”ne geçilir; hukuk devleti kağıt üzerinde kalır. Sonuçta farklı görüşlerin de saygı gördüğü, iktidarın paylaşıldığı çağdaş bir demokrasi yerine, fiili olarak “tek partili cumhuriyet” dönemine dönülmüş olur.
2014 yılına girilirken ülkemizin son derece ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu ortadadır. Bir yıldır Güneydoğu’dan şehit cenazelerinin gelmeyişi sürekli başarı olarak vurgulanıyor. Ancak PKK-KCK’nın giderek etkili hale geldiği, fiilen “paralel devlet” oluşturma yolunda olduğu, Güney hududumuza bitişik bir PKK devletinin kurulma aşamasında bulunduğu görülmek istenmiyor. Adeta bıçak sırtında sürdürülmeye çalışılan ekonomik dengeler, kronik hale gelen cari açığın sıcak parayla karşılanamaması ekonomimizi belirsiz ve kırılgan bir ortama sürüklüyor. Eğitimde, sağlıkta yaşanan sorunlar ortadadır. Türkiye bütün bu iç sorunlarına çözüm bulmakta zorlanırken, dışarıdan gelen baskılar, bölgesel sorunlar giderek tırmanıyor. Ermeniler 2015’e girilirken dünya çapında görünmemiş bir propaganda seferberliği yaparak Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya hazırlanıyorlar. Bu tablo ortada iken hangi gerekçeyle olursa olsun sistemi 60 yıl öncesine dönüştürecek demokratik hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan bir yanlışın yapılması telafisi olmayan sıkıntılar doğurur; toplumsal gerginliklere, kavgalara, rejim tartışmalarına yol açar. Henüz vakit varken bu gerçeklerin görülmesini, karar alıcılara akli selimin, sağ duyunun hâkim olmasını dileriz.
HAKKINDA YAZILANLAR
Ocak - III (10.1972 / 12.1975)
“Üç aylık araştırma ve inceleme dergisi”. Üniversiteliler Kültür Derneğinin çıkardığı Ocak-II nin devamı olarak, Ekim 1972 ile Ocak 1975 arasında yayımlandı Boyutları, devamı olduğu belirtilen derginin aynı (23x15 sm.) idi. Kapak düzenlemesindeki tek farklılık ise, logosunun yanına yukarıda sunulan söylemin üç satır halinde sunulması idi. Sayılarının sayfa tutarları 80 ile 148 arasında değişiyordu.
Ocak-III ün imtiyaz sahibi Üniversitelile Kültür Derneği adına Süleyman Kürkçü idi. Yazı işleri müdürlüğünü ise Şakir Gözübüyük ve Mustafa Şerbetçioğlu üstlenmişti: Uzun araştırma ve inceleme raporlarının yazarları ise; Yavuz Akpınar, Orhan Arslan, Cezmi Bayram, Ekrem Bektaş, Rasih Demirci, Celâl Er, Ahmet Ali Garipkafkaslı, Ayvaz Gökdemir, Şakir Gözübüyük, Nuri Gürgür, Ahmet İyioldu, Nevzat Kösoğlu, Ceyhan Murathan, Mehmet Rasim, Mehmet Saatçi, Erdal Sargutan, İrfan Tunç, Mustafa yıldırım, Şeref Yılmaz idiler. Niyazi Yıldırım Gencosmanoğlu'nun bir şiiri ile Chantel L. Cantel'den bir çeviriye de yer verilmişti.
Milliyetçi gençlerin oluşturduğu bir araştırma topluluğunun verimlerini sunan derginin yayımı, Ocak 1975'te çıkarılan 11-12. sayısı ile son buldu.
GÖRÜŞ
Dersim Konusu Siyasete Malzeme Yapıldıkça Fitneye Kapı Açılmış Oluyor
Nuri Gürgür
30 Kasım 2014
Geçmişte yaşanan tarihi anlam kazanan toplumsal olayların günlük siyasete malzeme olarak kullanılması son derece yanlıştır; hatta tehlikelidir. Çünkü bunlara siyasi perspektiften bakıldığı ölçüde gerçeklerden uzaklaşılır; siyasi amaç uğruna kurgulanan politik, ideolojik dar bir alana sıkışıp kalınmış olur.
Son aylarda iktidarın Dersim konusunda başlattığı tartışmaların kısa zamanda bu yöne kaymış olması doğaldır. Çünkü yapılmak istenen, gerçeklere sadık kalınarak geçmişi anlatmak değil, konuyu kendine göre yorumlayıp hükme bağlayarak önceden belirlenen politik sonuçlara ulaşmaktır. Ancak Dersim konusunda tarihi araçsallaştıran bu tarz bir yaklaşım sadece iktidar partisinin siyasi hesaplarıyla sınırlı kalmıyor, PKK ve işbirliği yaptığı çevreler tarafından Türkiye Devleti’yle hesaplaşma vesilesi olarak kullanılmaya kalkışılıyor. Aslında PKK’nın yani bölücü-ayrıştırıcı Kürtçülük hareketinin bu tutumu yeni değil; toplumsal bir taban edinmek, bir kesimin dil ve köken farklılığını kışkırtarak etnik bilinç oluşturmak, mezhebî ve etnik düşmanlıklar yaratmak suretiyle devlet içinde devletleşmek başından beri örgütün değişmeyen temel stratejisidir. 30 yıldır bölgeyi terörize ederek, silah tehdidiyle bölge halkını korkutup sindirerek, devlet gücünü, kamu otoritesini paralize ederek ve bütün bu faaliyetlerine karşı ciddi ve etkili bir devlet politikası oluşturulmamasından yararlanarak belirli bir mesafe almayı başardılar. Fakat bunun yeterli olmadığını görüyor, yapılan bütün yanlışlara rağmen Türkiye Devleti’yle baş edebilecek durumda olmadıklarını biliyorlar. Bu yüzden bir taraftan çeşitli kanallardan devletle görüşmeler yaparak, anlaşmaya hazır oldukları imajı yaratarak operasyon yapılmasını, üzerine gelinmesini engellerken diğer yandan bölgede harıl harıl özyönetim adına paralel bir devlet oluşturmaya çalışıyorlar. PKK içeride ve dışarıda yürüttüğü PR çalışmalarıyla üzerindeki terörist damgasından kurtulmak, meşru bir hareket olduğuna inandırmak için yoğun çaba gösteriyor.
Ne kadar etkili ve güçlü bir propaganda çalışması yapılırsa yapılsın bir topluluğun etnik aidiyet duygusunu millet adı verilen sosyolojik evrimin en üst noktasına gelebilmesi için başka şeyler gerekiyor. Ciddi bir tarihi geçmişi ve birikimi bulunmayan, geçmişte siyasi bir varlık olarak ortada görünmeyen Kürt etnisitesine bu eksikliklerini telafi edecek unsurlar kazandırılmaya çalışılıyor. Fakat olmayanları olur hale getirmek, yapay bir sosyoloji inşa etmek kolay değil. Millet varlığının temel unsuru olan yüksek kültürünüz yoksa, mimariniz, edebiyatınız, musikiniz, sanatınız, estetik varlığınız yoksa yahut çok cılız kalıyorsa sadece terörle, propagandayla alabildiğiniz mesafe bu kadar oluyor.
Etnikçi Kürtçülük hareketi eksiklerini telafi etmek için kahramanlar üretmek, kişileri ve olayları çarptırarak mitoloji oluşturmak istiyor. Dersim konusu ve Seyit Rıza bu çabaların tipik örneklerinden biridir. Sol ve Marksist kesimler, bazı sözde aydınlar, akademisyenler olayları çarpıtarak, fütursuzca yalan söyleyerek bu çabalara destek veriyorlar. Oysa 1935’den beri adı Tunceli olan Dersim’in tarihi, sosyal, ekonomik ve psikolojik yapısı, coğrafi durumu dikkat nazara alınmadan, sadece 1937-1938’de yapılan iki askeri harekât üzerinden yapılacak değerlendirmeler çok eksik kalır. Çünkü buranın şartları 30’lu yıllarda ortaya çıkmadı. Bölgenin Anadolu’nun hiçbir yerine benzemeyen kendine mahsus özelliklerini, coğrafi durumunu, tarihini ve bunların bura insanının sosyal, kültürel ve psikolojik yapısı üzerindeki etkilerini dikkate almadan olayları anlamak ve anlamlandırmak mümkün değildir.
11 nci yüzyıldan sonra Türkler, art arda gelen dalgalar halinde Anadolu’ya geldikleri sırada değişik tarihlerde Dersim’e gelip yerleşen Türkmen aşiretleri, buranın coğrafi konumunun etkisiyle çevreyle bütünleşemediler. Gelenek ve göreneklerine, aşiret düzenlerine sıkı sıkıya bağlı kalarak, heterodoks inanç yapılarını koruyarak içlerine kapandılar. Böylelikle kendilerini kelimenin tam anlamıyla çevrelerinden tecrit ettiler.
Dersim’in toprak yapısı çok büyük kısmıyla tarıma elverişli değildir. Coğrafi durumu nedeniyle yollar ve dolayısıyla ulaşım son yıllara kadar son derece yetersiz kalmıştır. Hayvancılık ekonominin ana unsuru olmuştur. Bölgedeki madenlerin işletilmeye başlanmasından sonra, 20 nci yüzyılın başlarından itibaren küçük çapta da olsa oluşan sanayi ile ticaretin tamamına yakını uzun yıllar Hıristiyanların ve özellikle Ermenilerin elinde bulunuyordu. Tarım alanlarının sınırlı olması aşiretler arasında sık sık arazi ve otlak anlaşmazlıklarına yol açıyor, kavgalara neden oluyordu. 1937’lere gelinceye kadar sosyal ve ekonomik hayat tümüyle aşiretlere dayalıydı. Başlarındaki bir veya birkaç reis tartışılmaz bir otoriteye sahipti. Çemişgezek ve Çarsancak kazalarının dışında bölgede yerleşik 60'a yakın aşiretin tamamına yakını Alevi (Kızılbaş) inancını benimsemişti. İnanç önderleri olan Dede ve Seyitlerin kitle üzerinde etkileri büyüktü. Bazı aşiretlerin reisliği de Seyitler tarafından yürütülüyordu. Eğitim seviyesi son derece düşüktü. Tahsilli insan bir yana, okuma yazma bilenlerin sayısı son derece sınırlıydı. Ancak 50’lerin başlarında tehcir yasasının değişmesine paralel olarak içten içe adeta genel bir okuma ve tahsil seferberliği yürütüldü. Günümüzde Tunceli okuma yazma oranının çok yüksek olduğu, gençlerin büyük kısmının yurt içinde ve dışında yüksek öğrenim yaptığı bir bölge haline gelmiştir.
Osmanlı Devleti Yavuz Sultan Selim döneminde bölgenin siyasal ve sosyal statüsünün belirlenmesinden sonra, uzun yıllar bölgeyle ilgilenmek gereğini duymadı. Bunun sonucu olacak Dersim feodalitesi yerleşip kökleşti. Ancak 18.nci yy’ın ortalarından itibaren Dersim aşiretlerinin çevre halkı üzerindeki baskısının giderek tırmanması neticesinde payitahta iletilen şikayet ve istekler üzerine, asayişi sağlamak maksadıyla önlemler alınmaya çalışıldı. Mesela 1754’de Çarsancak kazasından Divan-ı Hümayun’a iletilen şikayetler yörenin en etkili aşiretlerinden Şeyh Hasanlılar’ın eşkıyalık yaptıkları, can ve mal güvenliğinin kalmadığı, mahallinde üzerlerine gönderilen askerlerin de bunlarla baş edemedikleri anlatılıyor; Erzurum ve Diyarbakır eyaletleri valilerinin duruma müdahale ederek asayişin sağlanması, aşiret ileri gelenlerinin idam edilmeleri, diğerlerinin de ıslah edilme ihtimali bulunmamasından dolayı sürgün edilmeleri isteniyor.
Aşiretlerin çevre halkına baskı ve saldırılarına devam etmesi üzerine, payitahttan Maden Emini, Palu Hâkimi, Kemah Voyvodası, Erzincan Ayanı ve Kiğı Beyi’ne emirler gönderilerek saldırıların önlenmesi istenir. Devlet arşivlerinde buna benzer pek çok yazışma vardır. Mesela 1780’de Gümüşhane, Kuruçay, Kemah, Çemişgezek, Eğin ve Tercan kazası ahalisinin Divan-ı Hümayun’a sundukları dilekçede aşiretlerin saldırılarından dolayı can, mal ve namus güvenliklerinin kalmadığı, halkın eşkıyanın şerrinden başka yörelere göç etmeye başladıkları anlatılıyor ve aşiretlerin bu tutumlarını değiştirmeye niyetli olmadıklarından bahisle, buralardan vakit geçirilmeden sürülmeleri isteniyor.
Ancak alınan sert tedbirlere rağmen asayiş sağlanamadığından, bölge halkının korku ve huzursuzluğu sürdüğünden, yazışmalardan anlaşıldığı üzere tedbir alınması yönündeki talepler sık sık tekrarlanmıştır. Alınan bütün tedbirlere rağmen 19.ncu yüzyılın ikinci yarısına kadar Devletin Dersim mıntıkasında denetim ve kontrol kurması mümkün olamamıştır. Tanzimat Fermanı’yla birlikte yeni idarî teşkilatlanmaya geçilirken, bölge Dersim Sancağı adıyla yapılandırılmış, devlet otoritesini sağlamak üzere askerî harekât başlatılmıştır. Bunun amacı bölgede “…Dersim Sancağı denilen mahal Harput ve Erzurum eyaletleri civarında ve Çarsancak ve Çemişgezek ile Kiğı kazalarının vuslatında vâkî olarak ekser kura ve mezraları zikrolunan kazalarla”hudutlu olduğu belirtiliyor, “…üç-dört yüz seneden beru içlerine hükümet girmemiş ve kendilerü dahî dağ ve ormanlarda gezerek” yaşamakta olan aşiret mensuplarını asayişi bozacak davranışlarından vazgeçirmeye çalışmak, silahlarını teslim etmeyi sağlamaktır. Bir yıl kadar süren harekât oldukça başarılı sonuçlanmış, bazı aşiretler askere direnmeye çalışsalar da tutunamayıp dağılmışlar, bunların bir miktar silahına el konulmuştur. Payitahta gönderilen arzlarda bilhassa iki noktaya dikkat çekilmiştir: 1- Bu aşiret mensuplarının çift ve çubuğa alıştırılmaları suretiyle ıslaha çalışılmaları, 2- Silah teslim etmeyen bazı aşiret mensuplarının dağ ve ormanlara savuşarak saklanmaları, bunların her an yeni saldırılar yapma ihtimali dikkate alınarak bölgede yeterli sayıda asker bulundurulması.
Devletin çok zor şartlar içerisinde bunaldığı bu dönemde Dersim meselesinde çaresiz kalan merkezî yönetim bölgedeki bazı kaymakamlıkları aşiret reislerine vermek suretiyle onlar üzerinden kontrolü sağlamaya çalıştı. Bu durum aşiretlerin tahakkümcü yapısını güçlendirmiş, eşkıyalık olayları giderek tırmanmıştır. Eşkıyalık yapan aşiret reislerinden bazılarının yakalanıp sürgüne gönderilmeleri nispî bir sükûnet sağlasa da, bölge halkı üzerindeki baskı ortadan kalkmamıştır. Özellikle Cebel-i Dersim denilen bölgede aşiretlerin tutumu değişmemiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı başlarken, Devletin otoritesini kabul etmeyen Mansur Ağa isimli bir aşiret reisi daha önce sürgüne gönderilen aşiret reisleri için af çıkarılmasını, yerlerine dönmelerinin sağlanmasını, isteklerinin kabul edilmemesi durumunda Rus ordusuyla birlikte hareket edeceklerini söyleyerek şantaj yapmıştır. Fakat zor durumda olan Osmanlı Devleti’nin bu istekleri kabul etmesine rağmen sözlerinde durmamışlar, hem eşkıyalığı sürdürmüşler, hem de Çarlık ordusuyla işbirliği yapmışlardır. 1877’de Koçuşağı Reisi Ahmet Ağa, Eğin ve Çemişgezek bölgelerine saldırmış, bazı aşiretlerin birleşerek ortak hareket etmesi karşısında bunlarla muharebeye başlayan Eğin Kaymakamı Osman Bey saldırganları üç gün süren çarpışmadan sonra püskürtmeyi başarmıştır. Aynı tarihlerde bir başka saldırıyı Kırgam Aşireti yapmış, Hozat’ı basarak yağmalamıştır. Osmanlı Devleti bir taraftan Rus ordularıyla cephede savaşırken diğer yandan bu eşkıyayla uğraşmak zorunda kalmıştır.
Dersim Sancağı mutasarrıfı Arifî Paşa’nın Dahiliye Nezareti’ne sunduğu raporda şu ifadeler dikkat çekicidir: “Dersimlilerin saldırganlıkları hayat kaygısından kaynaklanmaktadır. Dersim halkı seyid ve ağaların elinde esirdir. Dersim’de ıslahat yapabilmek için burada mevcut askerî kuvvetin takviye edilmesi gerekir. Ancak bu yapılırken aşiretlerin elinde bulunan her türlü silahı toplamak icap eder. Askere gitmeyenleri ve ayrıca şekavete teşvik eden ağa ve seyyidleri Dersim’e ayak basmamak üzere bu bölgeden çıkarmak lazımdır. Katilleri ve suçluları derhal yakalayarak adliyeye teslim etmek gerekir. Bu tür icraat Dersim’de asayişi temin edecektir. Zira Dersimlileri öğüt ve bağış yoluyla veya ettikleri yeminlere aldanarak ıslah etmek mümkün değildir.
Buna benzer bütün yazışmalar ve belgeler Dersim’de sürüp gelen eşkıyalığın, saldırı ve soygun olaylarının, asayiş sorununun halledilmesi için etkili önlemler alınması hususunda genel bir görüş birliğinin bulunduğunu, bölgede görev yapan bütün yöneticilerin ortak fikrinin bu yönde olduğunu gösteriyor. Dikkat edilmesi gereken en önemli husus, yapılan tespitlerin problemin temelinde Kürtlük ve Alevilik şeklinde etnik ve mezhebi nitelikte bir algıya dayalı olmamasıdır. Temel sorun tarih içerisinde bölgenin kendine özgü yapısının, reis ve seyidlerin katı ve otoriter hâkimiyetleri altında, feodalitenin, aşiret düzeninin, asayişsizliği buralarda yaşantının bir parçası haline getirmesidir; aşiretler bir yandan kendi aralarında çatışırken, diğer yandan çevre halkı her an mallarına ve canlarına vaki olacak bir saldırı ihtimali karşısında sürekli korku ve endişe içerisinde yaşamak zorunda bırakmasıdır.
Dersim’de sorunlar meşrutiyetin ilanından sonra da devam etmiştir. Çıkarılan af kanunuyla bazı reis ve seyidlerin cezai takibattan kurtulmaları herhangi bir pişmanlığa ve davranışlarını değiştirmelerine yol açmamış, alıştıkları şekilde davranmaya devam etmişlerdir. 1909 yılında 4.Ordu Komutanı olan İbrahim Paşa, Devlet merkezine gönderdiği bir raporda; Dersim Sancağı’nın 54 aşiret ve 500 köyden meydana geldiğini belirttikten sonra buradaki icraatta tedibat ve ıslahatın bir arada yapılması gerektiğini ve özellikle ıslahatta önem verilmesini istemiştir(Prof. İbrahim Yılmazçelik, Dersim Sancağı, Syf.158).
1.Dünya Savaşı sırasında Dersim aşiretleri genellikle bekle-gör politikası izlediler. Ermeniler aşiretleri yanlarına çekebilmek için büyük çaba gösterdiler. Tehcir sırasında bir kısım Ermeniler aşiretlere sığındılar, onların kimliğine bürünerek bölgede kalmayı başardılar. Tehcir edilen Ermeni kafileleri yol boyunca aşiretlerin saldırılarına maruz kaldılar. Kafileleri sevk eden askeri birlikler sayıca yetersiz olduklarından, silahlı Dersimlilerin saldırı ve yağmalamaları önlenemedi. Pek çok Ermeni aşiret mensubu saldırganlar tarafından öldürülüp yanlarındaki para ve mücevherata el konuldu. Ruslar çekilirken önde gelen aşiret reislerinden Seyid Rıza, önce tarafsız kaldı, daha sonra Devletin kalıcı olduğu anlaşılınca Ermenilerle mücadeleyi tercih etti. Hükümet Bektaşilerin başı olan Çelebi Cemalettin Efendi vasıtasıyla Dersimlileri Türk ordusuyla birlikte olmak üzere telkinde bulunması amacıyla bölgeye gönderdi ancak Dersimliler daha çok gelişmeleri izlemekle yetindiler.
Rusların çekilirken bıraktıkları silahların çoğunu ellerine geçiren aşiretler savaşın sonuna doğru silahlı bir güç haline gelmişlerdi. İstanbul’daki Kürdistan Teali Cemiyeti 1918’de geniş bir ayaklanma hazırlamak için bölgeye elemanlar gönderdi. Sivas’ın bazı kazalarında veteriner olarak çalışan Nuri Dersimi ve Kürt Teali Cemiyeti üyesi Haydar ve Alişer kardeşler bu girişimlerin başında yer alıyorlardı. Kısa bir süre sonra bu fitne çabaları sonuç verdi ve millî mücadele döneminin önemli problemlerinden biri olan “Koçgiri İsyanı” patladı.
Bu olayın en önemli tarafı etnikçi Kürt hareketinin ilk defa olarak siyasî bir taleple ortaya çıkmasıydı. Hozat’ta toplanan isyanın elebaşıları TBMM’ne telgraf çekerek bağımsız Kürdistan hakkını Meclisin tanımaması durumunda bunu silah zoruyla kazanacakları tehdidini ilettiler. Bu sırada Dersim’den dört milletvekili Meclis’te bulunuyordu. Ankara Hükümeti olayı anlaşma yoluyla çözmek maksadıyla isyanın elebaşılarından Haydar Bey’i Ümraniye valisi, kardeşi Alişer’i Refahiye Kaymakamı olarak atadı. Tutuklanmış olan Nuri Dersimi’yi Seyid Rıza’nın tehdidi üzerine bıraktı. Ancak isyan devam etti. Kürtler Ümraniye’yi ele geçirerek pek çok asker ve komutanlarını öldürdüler. TBMM Hükümeti bu durumda yapması gerekeni yerine getirdi, Nureddin Paşa’nın komutasındaki askerî birlikler kısa sürede isyanı bastırarak, düzeni sağladılar. Ancak bu ayaklanmanın bastırılması problemin etnik mecrada daha da genişleyerek devamını engellemek anlamına gelmiyordu. Bir başka ifadeyle Koçgiri kalkışması bir milat olmuştur. Bu zamana kadar Dersim ve çevresinde tamamıyla eşkıyalık ve asayiş sorunu olarak devam edip gelen olaylar, bu başkaldırıyla birlikte Kürt Teali Cemiyeti’nin istediği alana kaymış, etnik ve politik bir talep haline dönüşmüştür. Etnikçi-ayrılıkçı Kürtçülük hareketinin başlangıç noktası Koçgiri olayıdır.
Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk on yılında 1925 de Şeyh Sait ayaklanmasıyla başlayan irili ufaklı birkaç ayaklanma girişimi oldu. Bunların hemen hepsinin dış bağlantıları vardı. Şeyh Sait ayaklanmasında İngilizlerin rolünün ne olduğu henüz tam olarak aydınlanmamış olsa bile, olayın netice itibariyle en çok onların işine yaradığı açıktır. Çünkü Türkiye bu sorunla uğraşırken hayati önem taşıyan Musul meselesinin üzerine gitme imkânı bulamadı. Böylece konu tamı tamamına İngiltere’nin istediği gibi sonuçlandı.
Şurasını önemli belirtmekte yarar var; erken Cumhuriyet dönemindeki ayaklanma girişimlerinin tamamı dar birer alanla sınırlı kaldı.
Türkiye Cumhuriyeti ülkenin bütünlüğü, devletin varlığı ve geleceği konusunda tavizsiz ve hassas olan her devlet gibi gereken neyse yaptı. Yürütülen askeri operasyonlarda olayların elebaşılarını sadece yargılayıp cezalandırdı. Bunu yaparken olayların cereyan ettiği bölgenin geneline yönelik cezalandırmayı hiçbir zaman düşünmedi. Çünkü devletin etnik ve mezhebi bir sorunu, bundan kaynaklanan husumeti söz konusu değildi.
Dersim’deki olayın diğerlerinden farkı, ısrarla belirttiğimiz gibi buranın kendine özgü şartlarından kaynaklanan, yüzyıllardır devam edip gelen yapısal sorunlara bağlı özel durumudur. Devletin o dönemde bölgeye gönderilen yöneticilere ve müfettişlere yaptırdığı araştırma ve inceleme raporları günümüzde sanki birer suç belgesiymiş gibi sunulmak isteniyor. Oysa devletin, Osmanlı döneminde bile tesis edilemeyen devlet nizamını egemen kılmak, ülke genelinde mevcut bulunan kamu düzenini Dersim’de de sağlamak, ortaçağdan kalma alışkanlıklarını terk etmemekte kararlı feodal aşiret yapısının yerine çağdaş ve modern bir düzenin oluşumunu sağlamaktan başka bir hedefi yoktu.
Buna karşılık Dersim’in özellikle büyük ve güçlü 5-6 aşiret reisi egemenliklerini ne pahasına olursa olsun sürdürmekte kararlıydılar. Bugün efsanevi bir karakter haline getirilmek istenen, Kerbela şehitlerine benzetilmeye kalkışılan Seyit Rıza, devletin bu isteklerine direnmekte kararlı olan grubun elebaşılarından biridir. 1937’de Kürpik’te yapılan Abbas Uşağı, Yusufan, Demenan, Hayderan, Ferhat Uşağı, Karaballı, Kureyşan aşiretlerinin toplantısı Seyit Rıza’nın başkanlığında yapılmıştır. Bu toplantıdan hükümete ültimatom verilmesi kararı çıkarken Seyit Rıza ne evlad-ı Kerbela lafı eder, ne de tasavvufi, manevi bir kanaat önderi havasındadır. İstekleri özetle devlet içerisinde yüzyıllardır oluşturdukları fiili otonomiyi Ankara’nın kabul etmesini sağlamaktır. Buna göre yol ve köprü yapılmayacak, karakol inşa edilmeyecek, yeni köy ve nahiye merkezleri oluşturulmayacak, silahlar toplanmayacak, vergi pazarlık usulü alınacak. Bu tarz bir ültimatomun kabulü elbette mümkün değildi. Bunun üzerine söz konusu aşiretler isteklerini zorla kabul ettirmek amacıyla harekete geçtiler. Nevruz tarihine denk getirerek 21 Mart 1937’de bu aşiretlerden bir grup harç deresi üzerindeki köprüyü yıkarak Pah karakolunu basarak ayaklanmayı başlattı. Ardından 25 Mart’ta Kahmut-Pah telefon hattını kestiler. Malum çevrelerin mağdur ve mazlum mitolojik bir şahsiyet olarak yüceltmeye çalışıp Tunceli merkezinde heykelini diktikleri Seyit Rıza’nın aşireti Hozat’ın Sim köyündeki karakolu basıp cephaneliği yağmaladı. Seyit Rıza ile Demenan aşireti reisi Cebrail başta olmak üzere aşiret reisleri hükümet güçleriyle sonuna kadar mücadele etmeye karar verdiler. Bu toplantıda Aht-ü peyman anlamında Munzur’da birer avuç su içerek yemin ettiler.
Devlet bu fitneye elbette göz yumamazdı. Eşkıya ile çözüm projesi adıyla müzakere yürütmek gündemde yoktu. Mayıs ayı başından itibaren karadan ve havadan askeri operasyon başlatıldı. Eşkıya reislerinin toplandıkları ev bombalandı. Ovacık, Koçan, Şemkan, Mazgirt, Pülümür ve Nazimiye bölgesi aşiretleri bu isyana katılmadılar. Hozat aşiretleri ise hükümetin yanında yer aldı.
Seyit Rıza devletin kararlı olduğunu görünce operasyonun sürdürülmemesi için General Abdullah Alpdoğan ile temas kurar; Dersim hakkındaki kanunun kaldırılmasını, bölgede kendilerinin söz sahibi olacağı özel bir yönetimin tesisini ister. Doğal olarak bunlar kabul görmez. Bunun üzerine yanında yer alan ve Koçgiri isyanının da elebaşılarından olan Nuri Dersimi’yi Suriye’ye geçerek büyük devletlerin yardımını sağlamak üzere çalışmalar yapması için görevlendirir. Asiler Türk Silahlı Kuvvetleri karşısında direnemezler; iki aylık operasyon sonunda dağılmaya başlarlar. Seyit Rıza bir taraftan aşiretleri tekrar toplamak için girişimlerde bulunurken diğer taraftan durumun kötüye gittiğini gördüğünden Alpdoğan Paşa’ya mektupla müracaat ederek yurt dışına çıkmak istediğini bildirir. Fakat bu isteğinin kabulü fitne ateşinin sadece küllenmesi anlamına geleceğinden kabul görmez. Seyit Rıza saklanmaya çalışır, üzerine gönderilen birliklerle çatışmaya girer; büyük oğlu dahil yanındakilerden bir çoğu çatışmada öldüklerinden yalnız kalır. 10 Eylül’de iki adamıyla birlikte teslim olur.
Bir buçuk ay kadar süren yargılama sonunda, mahkeme Seyit Rıza dahil 11 kişinin idamına, 33 kişinin ağır hapse mahkumiyetine karar verir. 14 kişi beraat eder. İdamlıklardan dördünün cezası müebbete çevrilir, diğerleri infaz edilir.
Başbakan İnönü 18 Eylül tarihinde Meclis’te yaptığı konuşmada şöyle der: “Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten müşerrik ve sergelde ne kadar adamlar varsa bunlar reisleriyle beraber faaliyet imkânlarından tamamen mahrum bırakılmışlardır.” Bu sözler hareketin amacını açık şekilde ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle malum kesimlerin iddia ettikleri gibi devletin bölge halkını imhaya yönelik niyeti kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim Genel Kurmay Başkanlığı’nın 14 Ekim’de yayınladığı bir emirle birliklerin 22 Ekim’den itibaren garnizonlarına dönmeleri istenir.
Peki aradan bir yıl bile geçmeden ikinci bir operasyona neden ihtiyaç duyuldu? Devletin, ordunun daha kapsamlı bir operasyona niyeti olsaydı birliklerin garnizonlara dönme talimatını vermek yerine, operasyonu sürdürmesi gerekmez miydi?
Dersim’i politik ve ideolojik amaçları için malzeme olarak kullanmak, araçsallaştırmak isteyenler konunun bu kısmını bilinçli şekilde görmezlikten geliyorlar. Böylelikle gerçekleri gizleyerek tarihi amaçları doğrultusunda siyasallaştırmaya çalışıyorlar.
Hükümet isyanın bastırıldığına inandığından sadece askerleri geri çekmekle yetinmedi; bunun hemen ardından bölgenin ekonomik ve sosyal kalkınması amacıyla bütçe imkânlarını zorlayarak iki milyon lira hacminde bir programı uygulamaya koyma kararı aldı. Ancak aşiretler askerin geri çekilmesini yanlış yorumladılar. Çünkü Osmanlı döneminden beri bölgede yapılan benzer operasyonlarda asker kısa bir süre operasyonu sürdürür; hedefteki şakiler, aşiret mensupları askerin ulaşması çok zor olan dağlardaki mağaralara yahut Aliboğazı, Kutu Deresi gibi ücra yerlere kaçıp gizlenirler. Asker sürekli bölgede kalamayacağından bir süre sonra bir denizin dalgası gibi geri çekilir. Böylece isyancı aşiretler tekrar yerlerine dönerek geleneksel düzenlerini sürdürürler.
Bu defa da aynı hikâyenin tekrarlanacağı inancıyla yıl sonuna doğru yeniden hareketlenirler. 1938 yılının Ocak ayı başında Masuluşağı köyünde bir jandarma birliğini tuzağa düşürüp yedi erimizi şehit ederler. Ardından Mercan Karakolunu basarlar, iki er daha şehit edilir. Bu ve benzer gelişmeler karşısında hükümet ikinci bir operasyonun yapılmasına karar verir. Ancak bu defa isyan girişimlerinin tekrarlanmaması, yüzyıllardır kanayan, kronik hale gelen bu sorunun çözümlenmesi, asayişin sağlanması için daha radikal hareket edilmesine karar verilir. Silahlı Kuvvetlere belli hedeflere ulaşılması konusunda kesin bir talimat iletilir. Talimatta yer alan hususların her biri Dersim’de yüzyıllardır kurulamayan kamu düzenini tesis etmek amacıyla atılması gerekli adımlardır. Başka bir ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti varlığını korumak, sorumluluğunu yerine getirmekle yükümlü olan her devletin yapması gerekenleri yapmaya çalışmıştır.
Üç yıl önce bu konu siyasetçiler tarafından tartışmaya açıldığında Türk Yurdu’nun 2011-Aralık sayısındaki yazımızda şunları belirtmiştik: “Geçmişte yaşanan ve artık tarihi nitelik kazanan olayları, günümüzde bir hesaplaşma yahut öç alma niyetiyle ele almanın kimseye yararı olmaz. Çünkü tarihe bu tarz bir yaklaşım ister istemez gerçeklerin bir kısmını görmezlikten gelmeye, haklı çıkma kaygısıyla olayları kurgulayarak okumaya yol açar. Üstelik hesaplaşma çabası hedef seçilen konuyla sınırlı kalmaz. Çorap söküğü gibi birbirini takip ederek geniş bir zaman kesitinin tümüne sirayet eder. Her hesaplaşma girişiminin karşı tepkileri oluşacağından, toplumun huzurunu kaçıracak başka hiçbir konu olmasa bile, gündem en hayati güncel meselelere bile yer kalmayacak şekilde ağzına kadar doldurulmuş olur. Sonuçta düşmanlıklar derinleşip, yaygınlaşır, toplumsal barışın sağlanması hayal olur. İstenen buysa Dersim konusu en uygun vesiledir, herkes hazır konu açılmışken akıl ve mantığı bir yana koyarak yumruklarını sallamaya devam etsin.”
Şu sıralarda tamı tamına bunlar yapılmaya çalışılıyor.
www.biyografi.net (Binlerce Biyografi) |
|
|
|