Mehmet Niyazi Özdemir ( 1942)
romancı, yazar



1942 yılında Sakarya'nın Akyazı ilçesinde doğdu. İlk ve orta okulu orada okudu. Liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesi'nde bitirdi. Sonra Hukuk Fakültesi'ne girdi, oradan mezun oldu. Felsefeden de sertifika aldıktan sonra, devlet felsefesi branşında doktora yapmak için Almanya'ya gitti.

Brilon'daki Guethe Enstitüsü'ndeki lisan öğreniminden sonra, Moxburg Üniversitesi'nde Prof. Dr. Ditrich Pirson'un yanında "Türk Devletlerinde Temel Hürriyetler"konulu doktorasına başladı. Hocası Bonn'a, sonra da Köln'e tayin edilince, o da onu takip etti. 1976 yılında, doktorasını bitirdi. Hocasının yanında, aynı kürsüde çalışmaya başladı. Uzun yıllar, Moxburg Üniversitesi ile teması devam etti. 1988 yılından beri Türkiye'de ikamet etmektedir. 1987'den beri de ilk başta haftada üç gün, sonraları haftada bir gün Zaman gazetesinde yazmaktadır. Ayrıca Genç Akademi, Nizam-ı Alem, Türk Yurdu, Ufuk Çizgisi gibi dergilerde makaleleri yayınlandı. Zaman zaman Batı dergilerinde yazıları yayınlanıyor.

10 Mayıs 2018 tarihinde İstanbul'da vefat etti.

ESERLERİ:

1- Varolmak Kavgası: Bir imam hatiplinin hayatını konu alan roman, 1970.
2- Bayram Hediyesi: Çeşitli hikâyelerin toplandığı kitap, 1971.
3- Çağımızın Aşıkları: Almanya'daki hayatımızı anlatan roman, 1977.
4- Ölüm Daha Güzeldi: Tahir Mihmandarlı'nın hayatını anlatan roman, 1982 (Milli Kültür Vakfı Ödülü'ne layık bulundu).
5- İslam Devlet Felsefesi: Araştırma kitabı, 1988.
6- Türk Devlet Felsefisi: Araştırma kitabı, 1989.
7- Yazılmamış Destanlar: Balkan Savaşı'nı anlatan roman, 1989.
8- Medeniyet Ülkesini Arıyor: Araştırma kitabı, 1991.
9- İki Dünya Arasında: Roman, 1992.
10- Çanakkale Mahşeri. Çanakkale Savaşı'nı anlatan roman, 1998 (Yazarlar Birliği Ödülü).
11- Türkiye'nin Meseleleri-1 (Kültür) (makalelerden oluşmaktadır, 1992).
12- Türkiye'nin Meseleleri-2 (Kültür) (makalelerden oluşmaktadır, 1992)




ESER-AYRINTI

ÇANAKKALE MAHŞERİ
Edebiyat, Roman
ISBN 975-437-276-4
İstanbul 1999
3. hamur, 12 x 19.5 cm

Savaşla ilgili romanlar ya stratejik bir yerdeki direnişi, yahut da bir askerin yaşadıklarını anlatarak savaşın tamamı hakkında fikir verirler, daha çok da cephe gerisindeki acıları dile getirirler. Mehmed Niyazi; bir yerin veya bir kişinin değil, Çanakkale Savaşı' nın romanını yazmıştır. Roman ilk atılan mermiyle başlıyor, bütün cephelerinde sonuna kadar devam ediyor. Yazarımıza göre tarihi roman gerçeğe sadık kalmalıdır; ancak o atmosferi okuyucuya teneffüs ettirmek için malzeme kabilinden tarihe mal olmayacak kahramanlar kullanılabilir; ama Çanakkale' de o kadar çok kahraman var ki, buna da gerek duymamıştır.




SÖYLEŞİ

Çanakkale, Türk’ün onur savaşıdır

Mehmet Niyazi ile “Çanakkale Mahşeri” Üzerine:
OLCAY YAZICI

TAKDİM
Tarihçi ve yazar Mehmet Niyazi, fikir yazılarının yanında edebiyatın roman dalında da eserler veren bir isim. Onun üzerinde uzun zamandan beri çalıştığı tarihi romanı “Çanakkale Mahşeri”, yayınlanır yayınlanmaz pek alışık olmadığımız büyük bir ilgi görerek, üst üste yeni baskılar yaptı. Ne acıdır ki küçük hesaplar peşinde koşan ve objektif olamadığı için saygınlığın yitiren sol medya bu büyük ilgiyi görmezden geldi. Üç yılda iki bin satışa ulaşamayan kitapların övgüsü ile uğraşan bu bir kısım medya, 7 ayda 6 baskı yapan bir romanı görmezden gelerek onurlu bir iş yaptığını mı sanıyor acaba? Nasıl bir misyondur bu? Bu misyon kime ne fayda sağlar ki? İyisi mi siz, sıradan cümlelerden oluşan şımartılmış yazarınızın üçüncü sınıf çalışması için, şaheser bir hikaye demeye devam edin. Halk da sizin yazdıklarınıza “hikaye” diyor...

İnsanları etkilemede ve genç nesillere bir tarih şuuru aşılamada, sanat eserleri ilmi-tarihi eserlerden çok daha tesirli olmaktadır.

“Çanakkale savaşı Türk’ün bütün dünyaya karşı duyduğu gurur savaşıdır. Milletimiz, tarih ve din hadisesi karşısında çok hassastır. Eğer bu konular sanat-edebiyat-estetik açısından güzel anlatılırsa, hem insanımız motive olur, aydınlatılır. Hem de ortaya konulan eserler değerini bulur.”


Türkiye, milliciler ve Batıcılar diye ikiye bölünmüş. Batıcılar, milli olanları, milli olanlar da Batıcıları görmezden geliyor. Sanıyorum Batıcılar, bize göre daha tutucu, daha ideolojik davranıyor. Bence bu tavır yanlış. Kültürde tutucu ve tarafgir olmamalıyız.

Tarihi romanı diğer roman türlerinden ayıran ana unsurlar nelerdir? Bu tür romanın hafife alınmasını nasıl karşılıyorsunuz?

Öncelikle yazar her bakımdan hürdür. Konuyu istediği gibi kurgular, kahramanını istediği gibi tanzim eder, görevler verir. Klasik romanda romancı alabildiğine hürdür. Benim kanaatime göre tarihi romanda yazar tarihi olaylarla bağımlı ve sadık kalmak mecburiyetindedir. Ciddi bir yazar olayları olduğu gibi yansıtmayı görev bilir. Tarihi roman okuyan birinin tarihi de öğrenmesi gerekmektedir. Tarihi romanda kurgu romancının harcı olmadığı için yazmak istediği tarihi olaydan nasıl bir senaryo çıkarabilirimin güçlüğü içerisindedir. Tarihi roman, sorumluluğu çok ağır olan bir roman türüdür. Bu sebeple, hafife alınmasını doğru bulmuyorum. Tam tersi...

BU DESTAN YAZILMALIYDI

“Çanakkale Mahşeri’nin” yazılış hikayesini bir kere daha sizden dinlesek?

Çanakkale hakkında Almanya’da birçok kitap, hatırat gördüm. Ayrıca İngiltere, Yeni Zelanda gibi Çanakkale’ye iştirak eden memleketlerde, hatta etmeyenlerde de Çanakkale üzerine yazılmış pek çok roman okudum. Bu arada Çanakkale’de en büyük taraf olan, en büyük kurban veren, tarihini değiştiren bir milletin parmakla sayılacak kadar hatıratı var, Çanakkale’yi bize hatırlatan. Birkaç tane de edebi parçalar, şiirler var. Çanakkale’de vatanı, namusu, milleti uğruna şehit olan 250 bin vatan evladının, ondan daha fazla olan gazilerin hatıratı bu az kadar olmamalıydı. Bu durum beni oldukça yaralıyordu. “Çanakkale Mahşeri”ni yazmamdaki ilk sebep budur.

İkincisi, hissi olan bir diğer tarafı da, rahmetli babam Çanakkale’de bulunmuştu. Romandaki Mehmet isimli kahraman odur. Hulasa babam olması sebebiyle romanda babama daha önemli görevler vermiş olabilirim. Bunun yanında roman, 6 yıl gibi bir sürede hazırlandı. Şahsiyetlerin ikisi dışında diğerleri yaşamış kimselerdir. Sadece, Muzır Ruşen’le, Mendebur İdris. Buna sebep de şu; Namık Kemal, “Vatan Yahut Silistre”yi yazınca tabi büyük bir gürültü koparıyor. Müspet manada gürültü koparıyor. Fakat, Mizancı Murat haklı olarak diyor ki, burada hiç korkak adam yok. Aslında askerler arasında ölümden korkanlar, telaşlananlar da olur. Bu çok tabii bir duygudur. Hepsi sanki tornadan çıkmış gibi. Ben de romandaki bu doğal havayı bozmamak için, hayali iki şahsı romana dahil ettim. Aslında korkak ve pısırık insanları hiç kimse pek anlatmaz eserinde.

Burada gururla ifade edeceğim bir husus var. Türk insanı olarak, bize kirli diyebilirler, fakir diyebilirler, cahil-köylü diyebilirler. Ama hiç kimse korkak ya da alçak diyemez. Çünkü deyiliz. Bu hasletler, millet olarak en çok iftihar ettiğim hususlardır.

TARİHİ DEĞİŞTİREN SAVAŞ

Türk insanı ve bugünkü nesil için, Çanakkale harbinin önemi nedir?

Şimdi şunu özellikle belirteyim ki, Çanakkale’nin sadece Türkiye için değil, dünya için büyük bir önemi var. Churchil diyor ki, “Tophaneli Hakkı’nın yaptığını 400 yıldan beri hiç kimse yapmamıştır. Nusret mayın gemisinin bu kahraman subayı, bir gecede Çanakkale Boğazı’nı mayınlamış, yenilmez addedilen İngiliz donanmasının üçte birini kullanılmaz hale getirmiştir. Bu durum savaşın süresini iki buçuk yıl uzatmış, 8.5 milyon Avrupalı’nın ölümüne sebep olmuştur. Bu yüzden biz, Boğazı geçemedik. Rusya komünist oldu. Rusya komünist olurken 30 milyon insan öldü. Rusya daha sonra Çin’i komünist yaptı. Çin komünist olurken 50 milyon insan öldü. Ayrıca Çanakkale yenilgisi münasebeti ile bizim gücümüzden dünyada şüpheler başladı. Bangladeş, Hindistan, Pakistan gibi ülkeleri elimizden kaçırdık. Güneş batmayan imparatorluğun güneşi batmaya başladı. ”

Eğer Churchil yaşasaydı, bu savaşın yeryüzünde yol açtığı sonuçlar listesine, bugünkü uzantısı olarak şu ülkeleri de eklerdi: Azerbaycan, Gürcistan, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Ukrayna, Baltık devletleri bağımsızlıklarını kazandı. Ayrıca bana göre Çanakkale Savaşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı yerdir. Daha çok akademik seviyede manaları olan şeylerdir.

Çanakkale savaşı, genç nesillere milli şuur ve millet olma gururu aşılamada etkili bir unsurdur. Gençlik bu şuuru tarihi metinlerden elde edebilir. Fakat roman, hikaye ve şiir gibi sanat eserleri gençliğin milli bir duyarlık kazanmasında çok daha etkilidir. Çünkü sanat eserleri okuyucuya o atmosferi teneffüs ettirir. İlmi olarak Çanakkale’yi anlatırsanız, kuru ve yavan olur. Zaten Necip Fazıl’ın güzel bir teşhisi var. 400-500 senelik Alman dağınıklığını Bismark kurmadı der, ondan önce Goethe kurdu!..Burada sanatın gücü ortaya çıkıyor.

Tıpkı, Anadolu’nun fethini ordulardan önce Yesevi erenlerinin gerçekleştirmesi gibi yani?

Evet, tıpkı onun gibi. Yani, Çanakkale hakkında belki Genelkurmay’ımız birçok eser yayınlamıştır. Fakat bunların insanlar üzerinde çok tesirli olduğu söylenemez. Buna karşılık Mehmet Akif’in Çanakkale ile ilgili şiiri her vesile ile gündeme gelir, insanlar onu zevkle okur-dinler ve o tarihi heyecanı yeniden yaşar. Özetle, insanları etkilemede ve bir tarih şuuru aşılamada tarihi-ilmi eserlerden ziyade, sanat eserleri tesirli olmaktadır. Bu asla inkar edilemez bir gerçektir.

TARİH SEVGİSİ

Türk milletinin çok hassas olduğu bazı tarihi-sosyal konular vardır. Çanakkale de bunlardan biri?

Evet. Şüphesiz. Milletimiz ecdat, tarih ve din hadisesi karşısında çok hassastır. Bu yüzden eğer bu konular sanat-edebiyat-estetik açısından güzel anlatılırsa, hem milletimiz motive olur, aydınlatılır. Hem de ortaya konulan eserler değerini bulur. Mesela ben Çanakkale’nin dışından birçok kitap yazdım. Fakat hiç biri “Çanakkale Mahşeri”nin gördüğü ilgiyi görmedi. Yani tarihe düşkünlük milletimizin hasletinde vardır.

Kitabınız, Türk okuyucusundan büyük bir ilgi görerek, kısa zamanda 5 baskı yapmasına rağmen, sol medya olayı görmezden geldi. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

Evet, kitabım Kasım 98’de basıldı ve 6 ayda 5 baskı yaptı. Türkiye, adeta karpuz gibi birçok dilime bölünmüş. Sağ-sol deyimlerini pek benimsemiyorum fakat insanlar kamplara bölünmüş. Ben buna milli ve Batıcı olanlar diyorum. Batıcılar, milli olanları, milli olanlar da Batıcıları görmezden-duymazdan geliyor. Fakat bu arada bazılarımız da Batıcıları olduğundan çok fazla görüyor. Sanıyorum Batıcılar, bize göre daha tutucu, daha bağnaz, daha ideolojik davranıyor. Mesela Batıcı bir yazarın romanını ben STV’de de, Kanal 7’de de, Dini Yayınlar Fuarında da, Sağ gazetelerde de görüyorum. Fakat milli bir yazarın eserini sol ya da batıcı medyada görmek mümkün değil.

Bence bu tavır yanlış. Kültürde tutucu, tarafgir olmamalıyız. Biz onları görmeliyiz, onlar da bizi görmeli. Hatta bir araya gelip medeni seviyede münakaşalar yapmalıyız. Birbirimizden çok şeyler öğreneceğimize inanıyorum. Batıya yönelmiş büyük bir kitleyi, topyekün hain ilan edemem. Onlar da bizi işe yaramaz bir kitle diye görmemeli. Yerlilikte, milli ve bizden olanda direndiğimize göre bizim de haklı taraflarımız var. Diyalog kurmakta fayda vardır.

ŞİİRİN VATANI ŞARK’TIR

Edebi türlerin en özgün ve en zor olanı şiirdir, denilir. Cemil Meriç de, “ben bütün bu çığlıkları şiire ulaşmak için attım!” der. Edebiyatta şiirin, sözün sultanı olduğunu siz de kabul ediyor musunuz?

Bu konuda asla şüphem yok. Söylenenler doğrudur. Bana göre de şiir, sanatın tacıdır. Can damarıdır. En güzeli, en özgün olanıdır. Çünkü kelimelerin büyük azabını çekecek, eleyecek, atacak, yoğuracak ve az kelime ile çok şey ifade edeceksiniz. Aynı manaya gelen birçok kelime arasından o fikre, o duyguya en denk düşenini, en iyi, en güzel ifade edeni bulacaksınız. Bu da sanatkar ve şair yaratılmakla alakalı. Her sanat dikkat ve özen ister. Ama şiir çok daha fazla dikkat, özen-titizlik ve çile istemektedir.

Bizde adettir. Gençlikte herkes şairdir. Şiir yazar. Bir süre devam eder. Sonra bırakır. Asıl şair yaratılanlar ise devam eder. Ben samimi olarak itiraf edeyim ki, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve Ahmet Haşim’i okuduktan sonra, kendi kendime dedim ki, Niyazi gel vazgeç şiirden, sen buna hiç heves etme. Sana göre bir şey değil. Çünkü bizim şairlerimiz, Batı şairlerinden de güçlüdür. Bunu Batılılar da söylüyor. Şark şiiri, Garp şiirinden daha derin, daha yoğun ve daha sanatkaranedir. Batılı, “Şiirin memleketi Şark’tır!” der. Üstün kafalar, açık fikirliler kabul eder bunu. Böyleyken bizde şiir yazanları takdir etmek lazım. Onlar birer kahramandır. Şairlerin diyarında,şairim diye ortaya çıkmak cesaret ister.

SIRADA YEMEN VAR

“Çanakkale Mahşeri”nin gördüğü büyük ilgiden sonra, herhalde tezgahta yeni bir tarihi roman hazırlığı vardır?

Çanakkale’nin gördüğü ilgiden değil ama roman çalışma tasarılarım zaten var. “Yazılamamış Destanlar” Balkan Savaşını anlatıyordu. Çok şükür “Çannakele Mahşeri”ni yazmak nasip oldu. Şimdi de Güneye yolculuk var. Allah nasip ederse, Türk evlatlarını yutan esrarlı çölün, gidenin dönmediği yer olan Yemen’in romanını yazmak istiyorum. Daha sonra da Milli Mücadele’yi yazacağım, nasip olursa. Şu haklıydı, bu haksızdı tarzında değil, bir sosyal vak’a olarak değişi ve değişime karşı direnişin hikayesini anlatmak niyetindeyim. Konfüçyüz diyor ki, “Herkes birbiri ile anlaşabilir. Yeter ki kafi miktarda zamanları olsun ve kullandıkları kelimeye aynı manayı versinler."

Yani sen ve ben. İkimiz de art niyetli değilsek. İkimiz de bu toprağın çocuğu isek ve istikbali düşünüyor isek; eğitimimizi çok farklı yerlerden de almış olsak, anlaşabiliriz zannediyorum...




SÖYLEŞİ

Çanakkale, Türk’ün onur savaşıdır

Mehmet Niyazi ile “Çanakkale Mahşeri” Üzerine

Tarihçi ve yazar Mehmet Niyazi, fikir yazılarının yanında edebiyatın roman dalında da eserler veren bir isim. Onun üzerinde uzun zamandan beri çalıştığı tarihi romanı “Çanakkale Mahşeri”, yayınlanır yayınlanmaz pek alışık olmadığımız büyük bir ilgi görerek, üst üste yeni baskılar yaptı. Ne acıdır ki küçük hesaplar peşinde koşan ve objektif olamadığı için saygınlığın yitiren sol medya bu büyük ilgiyi görmezden geldi. Üç yılda iki bin satışa ulaşamayan kitapların övgüsü ile uğraşan bu bir kısım medya, 7 ayda 6 baskı yapan bir romanı görmezden gelerek onurlu bir iş yaptığını mı sanıyor acaba? Nasıl bir misyondur bu? Bu misyon kime ne fayda sağlar ki? İyisi mi siz, sıradan cümlelerden oluşan şımartılmış yazarınızın üçüncü sınıf çalışması için, şaheser bir hikaye demeye devam edin. Halk da sizin yazdıklarınıza “hikaye” diyor...





ESER-AYRINTI

Çanakkale Mahşeri
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Türk milleti, beş kıtanın Çanakkale Boğazı’nın iki yakasına sıkışan kaderini yorgun omuzlarından beklenmeyen bir metanetle taşıdı. Dünya tarihinin en zorlu çarpışmaları, en kanlı boğuşmaları yaşandı. Müttefikler Osmanlı’nın “boğaz”ına yapışarak savaşı bir an önce bitiremeyeceklerini anladılar. Birinci Cihan Harbi’ne kadar girdiği topraklardan çıkarılması mümkün olmayan Rus devleti, kâğıttan bir kaplan, mukavvadan bir dev haline geldi. Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun ışıkları Çanakkale’nin boz kayaları tarafından emildi. “Çanakkale Mahşeri”, Çanakkale romanlarının atası ve Çanakkale davasının günümüzdeki banisidir.




ESER-AYRINTI

Yemen! Ah Yemen!
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Tanıdığımızı sandığımız ama tanımadığımız bir coğrafya… Bildiğimizi sandığımız ama bilmediğimiz bir tarih… Milletimizin ferdî mücadelelerde vücut bulan hazin hikayesi… İsyanlar, savaşlar, anlaşmalar… Gidip dönemeyenler; kalıp gelemeyenler… Yoksulluk ve hastalıklar… Destanlar ve ağıtlar… Eşref Kuşçubaşı’lar, Lawrence’lar, Wayman Buri’ler, Şeyh İdrisi’ler, Virfil’ler, Mihrali beyler… “Gece bir ses geldi derinden derinden / Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden” diye çarpan yüreklerimizin romanıdır.




ESER-AYRINTI

Yazılamamış Destanlar
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Balkan faciasının ardından bir diriliş hamlesi gibi neşet eden ve Garbî Trakya Hükümetinin kuruluşuna kadar giden hadiseler silsilesini takip eder. Yazar, küllerinden yeniden doğmaya çalışan yorgun imparatorluğumuzun bağrından çıkan gönüllülerin kuruluş mücadelelerini kültürümüze mal eder. Mehmed Niyazi’nin tarihî romancılığının başlangıcı ve bilahare yazacağı eşsiz romanların habercisidir.




ESER-AYRINTI

İki Dünya Arasında
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Gurbet insanın kendisiyle boy ölçüştüğü yerdir. Aşk ise orada bir başkadır. Yalnız olan insanın bütün ümitleri o sihirli ilişkide gizlidir. Ona bir adım daha yaklaşmak heyecanıyla gam dehlizini andıran gecelerde sabahlar iple çekilir; ne yazık ki kaderde talihsizlik varsa, her doğan gün aradaki duvarı biraz daha örer. Bu durum hisli ve içli gurbeti yürek ağrılarıyla dokur; ah ne o ağrılara tahammül edilir, ne de onlardan kopulur…




ESER-AYRINTI

Ölüm Daha Güzeldi
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Bütün çetinliğine rağmen göç muştulara gebedir. Bir yerde ölen umutları bir başka diyarın yeniden doğurmasıdır göç. Tahammül edilemez eziyetlerden kaçarak Türkiye’ye sığınmış, kendisini yetiştirmiş, Ağır Ceza Reisliği'nden emekli olmuş ve rahmete kavuşmuş Azerbaycan Türk'ünün anayurdunda başından geçenler… Yaşananların ölümü arattığı bir roman.




ESER-AYRINTI

Varolmak Kavgası
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Bir nesil kimlik bunalımları ve çatışmaları arasında kendisini ya buldu ya da kaybetti. Baskın kimliklerin kendi dışındakileri ötekileştirme baskısına yalnız mağrur bir idealizm direndi. İmam-Hatip mezunu idealist bir gencin, kendi evlatlarını yok etmeye çalışan çarpık zihniyet karşısındaki mücadeleleri…




ESER-AYRINTI

Dâhiler ve Deliler
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Kültür ve sanat hayatımızda önemli yeri bulunan “Marmara Kıraathanesi”ne devam eden tipler üzerinden dünyadaki bütün fikir cereyanlarının ve dönemin nabzını tutuyor. Kıraathanenin müdavimleri arasında Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Sedat Umran gibi şair ve mütefekkirler; Mükrimin Halil Yınanç, Ali Saib Atademir, Nuri Karahöyüklü, Erol Güngör, Ziya Nur Aksun, Mehmed Genç gibi bilim insanları, adları listelere sığmayacak kadar çok sayıda gazeteciler, politikacılar ve aydınlar, bilim, fikir ve sanat insanlarını dinlemek isteyen gençler, işadamları, esnaflar, işçiler, bir de meczuplar vardır.




ESER-AYRINTI

Bayram Hediyesi
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Değişen ve değişmeyen vasıflarıyla kendi insanımızın hikâyeleri… Zevkleri, damak tadı ve benzeri hassalarıyla bizim insanlarımız. Kıskançlık, hasetlik, ikiyüzlülük, zayıf taraflarımızı gizleme, kuvvetli taraflarımızı sezdirme gibi duygu ve tavırlarımız… Bunların yanında milletimize has üstün vasıflarımız… “Bayram Hediyesi” yazarın okuyuculara çeşitli dönemlerde yazdığı kısa hikâyelerin derlenmesiyle hazırladığı bir hediyedir.




ESER-AYRINTI

Daha Dün Yaşadılar
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Yazarın, kendisini oluşturan ortama duyduğu vefanın hasbi timsalidir. Önceleri çocuk sonra genç olarak memleketi Akyazı’nın dönüşümünü seyretmiştir. Dostluğun hayatımızdan çekilişine şahit olmuştur. Çağımızda her şey yıkılıyor; ihtiraslarımızı okşayanın dışında yerlerine hiçbir şey konulamıyor. Nefsini mabutlaştıranın yalnızlaşması kader olduğundan günümüzün modern dünyasında en ürkütücü hastalık ne kanserdir, ne de kolera; yalnızlıktır. Daha Dün Yaşayanların aralarında elbirliğiyle yaşattıkları havadan ne kaldı acaba bize?




ESER-AYRINTI

Doğunun Ölümsüz Çocuğu
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Bir ideale gönül verenlerin başarılı olmalarının ilk şartı vicdanlarını rehber edinmeleridir. Aksi takdirde süprizlerle dolu olan hayatın bir pususu onları alıp götürür. Genellikle ayaklarına aşkları dolaşır. Aslında ne kadın erkekten, ne de erkek kadından çeker; herkes yarattığının kurbanıdır. Mehmed Niyazi’nin “Doğu’nun Ölümsüz Çocuğu”nu okurken hayatın bu gerçeğini derinliğine yaşayacaksınız.




ESER-AYRINTI

Millet ve Türk Milliyetçiliği
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Dünyayı idrak etmiş, belli seviyeye gelmiş aydınların hemen hemen tamamı çağımızın "milliyetçilik çağı" olduğunu çok sık tekrar ederler. Milliyetçiliği bilmeden sosyolojik boyutlarıyla milleti ve hayatımızdaki rolünü yeterince anlamak mümkün değildir. Peki, milliyetçilik nedir? "Milletini sevmek" veya "milleti için çalışmak" tabirleri milliyetçiliği tanımlamak için yeterli midir? Elbette ki değildir. "Sevmek”, "milleti için çalışmak" subjektif olaylardır; oysa "Ben milliyetçiyim" derken bir dünya görüşü ifade edilmektedir. Bir dünya görüşünü subjektif olaylarla açıklamaya imkân yoktur. O halde millet ve özel olarak Türk Milliyetçiliği nedir?




ESER-AYRINTI

Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

“Kendine hayranlık besleyen bir toplum yaşamaktan kesilir, dünyaya perdelerini indirir, ve matem çanına elini uzatır. Her kâmil olduğuna inanan gibi, şeytanını içinde taşır; artık kaderi şeytanın insafına bağlıdır... Ama kültür ve medeniyetin oluşması kendine güvene ihtiyaç duyar...” Yüzlerce yıllık bir tarihî perspektiften bugünkü halimizin analizi ve muhtemel geleceğimize dair öngörüler…




ESER-AYRINTI

İslam Devlet Felsefesi
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Binlerce sayfa boyunca tutulan notların vicdanî sorumluluğun imbiğinden süzülerek aksettirildiği bir şaheserdir. …İslâm'ın temel prensipleriyle İslâm tarihindeki geçmiş uygulamalar hukuk mantığıyla ele alınarak İslâm'da "devlet"in ne olduğu ayan edilmiştir. Bu kitabın okunması ve anlaşılması ilmîlikten uzaklaşıp siyasete bulanmış pek çok kısır tartışmalara nihayet verecektir.




ESER-AYRINTI

Türk Devlet Felsefesi
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Yazar hukuk felsefesi konusundaki ayrıcalıklı mevkiini bir kez daha kanıtlıyor. Türk milleti kadar kaderini devletiyle bir görmüş başka millet yoktur. Ne yazık ki Türk devletinin değerlendirmesi bütün boyutlarıyla ve yeterince yapılamamıştır. Belki geçmişte buna ihtiyaç duymuyorduk; çünkü bir cihan devletimiz tarih sahnesinden çekilirken, bir yenisi doğuyordu... Ama bugün devletimizi tanımaya muhtacız. Ancak bu sayede halimizi anlayabilir; mazimize layık bir yere gelebiliriz.




ESER-AYRINTI

Türk Tarih Felsefesi
Mehmed Niyazi
Ötüken Neşriyat

Hayat canlı bir organizma gibidir; gelenek ve göreneklerimiz, yönetim sistemimiz, yemeklerimiz, elbiselerimiz her geçen günle değişiyor. Bu değişmeler hayatın dinamizminin bir sonucudur. Bünyesindeki bu muharrik güçten yoksun bulunsaydı, fosilleşmek hayatın kaderi olurdu. Canlılığın kaçınılmaz bir özelliği olan değişmelerde bizi toplum olarak devam ettiren tarih şuurudur. Bu şuurumuz eksik olursa, her renkten renge girişimizde kendimizi milletçe yeni bir kişiliğe kavuşmuş zannederiz; bu da milli şuurumuzun parçalanmasına, şizofrenik bir hal almasına sebep olur.

Milli şuurun biricik kaynağı tarihtir. Milli şuurun realiteyi ifade edebilmesi için dayandığı tarihin doğru olması lazımdır. Tarihin doğru olup olmadığının tespiti de ancak “tarih felsefesi” süzgecinden geçirilmesiyle mümkündür. Bugüne kadar “Türk Tarih Felsefesi”ne dair ne bir makalenin, ne de bir kitabın yazılmadığını düşünürsek, Mehmed Niyazi’nin “Türk Tarih Felsefesi’nin nasıl bir boşluğu doldurduğunu idrak ederiz.




HABER

Mehmed Niyazi’nin Yeni Romanı “Plevne” çıktı!..

Mehmed Niyazi Özdemir, “Yazılamamış Destanlar”la başlayan, çığır açan “Çanakkale Mahşeri” ve unutulan şehitleri hatırlatan “Yemen! Ah Yemen!” ile devam eden tarihi roman yolculuğuna yeni bir eserle devam ediyor.

Yazdığı romanlarla tarihimizin üç önemli kırılma noktasına farklı bakış açıları getiren Mehmed Niyazi Özdemir şimdi de 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının kilidi olan Plevne Savunmasına ışık tutuyor…

Plevne önlerinde yaşanan üç kanlı savaşın ve son perde olarak kuşatmanın hikâyesi…

Mehmed Niyazi Özdemir, her romanına yıllarını verdi, kahramanlarıyla yatıp kalktı…
“Yazılamamış Destanlar”da Zenci Musa ve Mamaka Mustafa’nın, Çanakkale’de Oğuz Amca ve Yahya Çavuş’un, Yemen’de Üsküplü Osman ve Kafkasyalı Eyüp Berzenç’in ortaya koyduğu “can birliği”ni 20 yıldır okuyucusunun zihnine nakşetti…

Şimdi de bu can birliğinin, insana sadece insan olduğu değer veren yegane medeniyet tecrübesinin destansı Plevne savunmasındaki izlerini yansıtıyor.
Üsküdarlı Yunus Bey’i, Mustafa Bakkal Çavuş’u ve nice bilinmeyen kahramanı hafızalara emanet ediyor…

Ey Tuna!.. Seninle ezelde kıyılan nikâhımızın ebede kadar süreceğine inanıyorduk. Birbirimize yürekten bağ¬lan¬mış¬tık; ne sen bize ihanet ettin; ne de biz sana… “Beni kime bırakıyorsunuz?” feryadıyla koynuna aldığın fidan gibi genç¬lerimize sarıldın; onlar da senden ayrılmamak için yalın kılıç kucağına atladılar. Biz aşıklar birbirimizden kopmamak uğ¬runa gök kubbenin şahit olmadığı mücadele verdik.

Ey destanlara sığmayan yiğitler!.. Şimdilerde bir kır gelinciği kadar boynu bükük ve kimsesizsiniz. Ne heykeliniz dikildi, ne de abideniz yapıldı; şiiriniz ve romanınız da yazılmadı; biz sizi tanımadık; oysa bir ölünüz bin doğana ruh verirdi.

Billahi Tuna, sen de biliyorsun ki, böyle onurlu bir savaş dünyanın bir başka yeri için verilmedi. İdrakler sınırlı, sevgiler sınırsız olduğundan Plevne’de yaşananları hiçbir milletin hayali almadı; çünkü hiçbir millet seni bizim kadar sevmedi; sana türküler yakmadı; çocuklarına adını vermedi; onları yoluna kurban etmedi…

Taburda başka Mustafa çavuşlar da olduğu için diğerlerinden ayırmak amacıyla ona “Mustafa Bakkal Çavuş” derlerdi. “Bakkal” lâkabı ihtiyaçları temindeki maharetinden dolayı verilmişti. Silivrili olan Mustafa Bakkal Çavuş ufak tefek, çelimsizdi. Yüzü, küçükken geçirdiği çiçek hastalığının izlerini taşıyordu. Daha gençliğinde orduya girmiş, Silistre’de, Sivastopol’da, Karadağ’da savaşmış, Girit’deki isyanların bastırılmasında gayret göstermiş, Sırp Savaşı’nda dövüşmüş, barış zamanında da çeşitli yerlerde hizmetlerde bulunmuştu. Anasız babasız büyümüş, okula gitmemiş, ne biliyorsa kendi kendine öğ¬renmişti. Elinden her iş gelirdi; aşçı gibi yemek pişirir, sökük diker, ayakkabı yamar, hastalara, yaralılara kadın şefkatiyle bakar, boru ve trampet çalardı…

***

“Plevne, Mustafa Bakkal Çavuş’un koskoca Osmanlı Devleti’nde gezip gördüğü yerlerden daha bakımlı, daha zengindi. Nereye bakıyorsa, sanki oradan yeşillik fışkırıyordu; çünkü Plevne suyu bol bir bölgede kurulmuştu.

Türklerin Kayalıdere, Bulgarların Tultçenica dedikleri çay, ortasından akmaktadır. Plevne’yi dolaşan Griviça Çayı’yla Kayalıdere, ilçenin üç buçuk dört kilometre kadar kuzeybatısında, Opaneç’in yakınında birleşip sularını Tuna’nın kollarından biri olan Vid ırmağına dökerler.
Her ne kadar ilçe bir plana göre inşa edilmemişse de taş döşenmiş caddeleri genişti. Saat kulesinin bulunduğu yer çarşının merkeziydi. Envaiçeşit meyve ağaçlarının serpildiği bahçelere yapılmış Türk ve Bulgar evleri halkın zenginliğini göstermekte idi. İlçeye hakim bir tepeye inşa edilmiş olan taştan hükûmet konağı, o kadar güzel, gösterişli yapının arasında fazla dikkat çekmiyordu. Bir Alman’ın başhekimliğini yaptığı ilçe halkına yetebilecek ka¬pa¬sitedeki hastanesi hiçbir bakımdan Batı’dakilerini aratmıyordu. Gelip gidenin ihtiyacını karşılamak için iki han bulunuyordu. Camileri, kiliseleri, Türk ve Bulgar okullarıyla eksiksiz bir ilçeydi. Halkın refahı evlerinden, bahçelerinden, giyim kuşamlarından belli oluyordu. Türkler uzun, bol kaftan ve paçaları çizmeye sokulu şalvar giyerlerdi. Kadınları çarşaflı, peçeliydi; yalnız gözleri görünürdü. Bulgar erkeklerinin başında koyun postundan papaklar, üstlerinde kaba, sarı şayaktan elbiseleri vardı. Fazla açık olmayan kadınları zenginliklerini ifade edecek tarzda giyinirlerdi.

Ne tarafa bakılırsa bakılsın, Plevne’de göze hoş gelen bir manzara ile karşılaşılırdı; çevresindeki tepecikler ilçeyi yeknesaklıktan kurtarırdı; bu tepecikler kuzey ve doğuda çıplakken diğer bütün yönlerde bağlar, bahçeler ve yemiş ağaçlarıyla kaplıydı.

Plevne, yolların kavşağındaki bir düğümdü; Atıf Paşa girdiği zaman ilçenin çevresinde hiçbir müstahkem mevkii yoktu; işgale açık bir yerdi. Yalnız batısındaki Namaz¬gül Bayırı, Vid Irmağı, tepeler işgalini güçleştirirdi. Bu tepelerin en kuzeyinde olan Yanık Bayır’dı.

Orhaniye, Sofya, Lofça ve Bulgaren’den gelen ana yolların kavşağında bulunduğundan Plevne büyük önem taşırdı. Türklerin Vidin, Rusçuk, Silistre, Varna ve Şum¬nu’daki ordularını bir araya toplayabilmeleri için Plevne’yi ellerinde tutmaları gerekliydi. Şıpka Geçidi’ni kaybetmeleri buranın önemini daha da artırmıştı. Ruslar bakımından da Sofya’ya, oradan Edirne ve İstanbul’a iler¬le¬meleri ancak Plevne’ye hakim olmalarıyla mümkündü. Buradaki orduyu arkalarında bırakıp Rusların Balkanlar üzerinden güneye, hedef edindikleri yerlere yürümeyeceklerini Müşir Osman Paşa ve kurmayları gayet iyi biliyorlardı. Gerekli noktalara bir yerine iki nöbetçi dikiyor, sık sık değişik yönlere keşif kolları çıkarıyor, tepelerden çevreyi gözetliyor, Müslüman halklardan bilgi akışını ar¬tır¬manın yollarını arıyorlardı.”


***
“Abdülhamid Han çektiği telgrafta Müşir Osman Paşa’ya bir an önce Plevne’ye ulaşmasını emrediyordu. Müşir, bazı konularda diğer kumandanlardan farklıydı; moral bozacak sırları askerlerden saklar, ama kumanda heyetiyle paylaşırdı. Tehlikeli gelişmeleri üst kademe bilirse, görevlerini daha farklı idrak ederlerdi. Sultan telgrafta ayrıca, beklenmedik zamanda Balkanların güneyinde Rusların göründüğünü, durumun Devlet-i Aliye için ölüm kalım meselesi olduğunu belirtiyordu. Bu vahim haberi öğrenen yüksek rütbeli subaylar işi daha sıkı tutmaya başladılar. Kumandanlar küçük rütbeli subayları, erleri; “Ha gayret evlatlarım; milletin, ümmetin geleceği size bağlıdır. Neleri başardınız; Plevne’ye ulaşan engelleri mi aşamayacaksınız!” gibi sözlerle yüreklendirmeye çalışıyorlardı. Gerçekten de askerler inanılmaz gayret sarf ediyorlardı.”
***

Uğradığı yenilgiden dolayı Çar, Batı cephesinin Rus orduları Başkomutanı olan Grandük Nikola’ya Schilder-Schnulder’i görevden aldırttı; onun yerine yine Alman asıllı General Krudner’i görevlendirtti. General Krud¬ner’in kendisine gösterilen güvene layık olmak gayretiyle iki kolordu ile Plevne’ye yürümeye hazırlandığını Türkler biliyorlardı. Bunun üzerine Müşir, moral bakımından faydalı olacağı ümidiyle üst rütbeli subayları karargâhına bir akşam yemeğine davet etti. Sessizliğin hakim olduğu bir ortamda, ağırbaşlılıkla yemek yendikten sonra Müşir konuşmaya başladı. Yüzü yine ciddi idi; gözleri arada bir güneş vurmuş civa damlaları gibi parlıyordu; alışkanlığı olduğu üzere biraz aceleci konuşmasına rağmen tok sesinde herhangi bir endişe sezilmiyordu:
-Bildiğiniz sebeplerden dolayı içinde bulunduğumuz savaşın kritik bir noktasına geldik. Sadrazam şöyle yaptı, Harp Şurası yanlış karar verdi, şu paşa görevini yerine getirmedi, savaşın gerektirdiği bütün imkanlara sahip de¬ği¬liz, gibi mazeretlere sığınmaya hakkımız yok. Biz askeriz, şartlara bakmadan görevimizi en iyi şekilde yerine getirmeliyiz. Şunu unutmayalım ki, biz elimizden gelen bütün fedakarlıkları yaparsak, ancak o zaman Hakk’ın yardımına nail oluruz. Nerelerde geri çekilip düşmanı içimize alacağımızın, nerelerde ölümüne direneceğimizin planları modern savaş oyunları göz önünde bulundurularak ha¬zır¬lanmıştır. Planın kağıt üzerinde kalmaması, ku¬mandanların görev şuuruna ve bilhassa zafere inanmalarına bağlıdır. Dünya tarihine şöyle bir bakın, inancın yen¬mediği hiçbir güçlük yoktur. Kumandanınız olarak bir hususu belirtmenin ihtiyacını duyuyorum; sizlerin askerlik yeteneğinizi yakından bildiğim için şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, sanki Rabbim sizleri seçip şecaat, cesaret örnekleri gösteresiniz diye bir araya getirmiş. Siz normal kabul edip taşıdığınız değerin farkında olmayabilirsiniz; belki de önemsemiyorsunuzdur; fakat ben sizleri iyi tanıyorum; yüreğinizi ortaya koyarsanız hiçbir düşman bizi yenemez. Silah arkadaşlarım, kaderimizin Plev¬ne’de düğümlendiğine inanıyorum; devletimizin, milletimizin, ümmetimizin geleceği fedakârlıklarınıza bağlıdır. Böyle bir sorumluluğu üstlenmenin de en büyük şeref olduğunda şüphe yoktur. Zamanı durduramıyor, her geçen günle ölüme sürükleniyoruz. Şehitlik mertebesine ermiş, görevini yapmış bir insan olarak Hakk’ın huzuruna çıkmak başkadır. Hangi sorumluluklara muhatap olduğumuzu genç subaylara ve erlere anlatın. Bende hakkınız varsa, helal edip etmemeyi siz bilirsiniz. Eğer benim hakkım varsa, hepinize helal ediyorum. Fakat sizler birbirinizle mutlaka helalleşiniz. Hepinizin gözlerinden öpüyorum, bu dünyada bir daha görüşemezsek, ahirette mutlaka görüşeceğiz. Orada alınlarımızın ak olmasını dilerim.

Nöbette bulunması gereken subaylar hariç, diğerleri karargahın bahçesinde toplandı. Müşir, diğer üst rütbeli subaylar masalarda oturuyorlardı. Adil Paşa ayağa kalktı; yüksek sesle ve askerce II. Abdülhamid Han’ın çektiği tebrik telgrafını okumaya başladı:
“Sadakatli Müşirim Osman Paşa:
Daha evvelce elde etmiş bulunduğun kahramanlıklarına ilave olunan yeni gazan ile Osmanlılığın şanını ve askerimizin namus ve şerefini yücelttin. Allah ve Hazreti Peygamber her iki dünyada yardımcın olsun. Bütün kumandan, subay ve öz çocuklarımdan daha önde gelen as¬ker evlatlarıma tek tek selam ederim. Mert ve kahramanca gazalarıyla padişahlarını memnun ve hoşnut ediyorlar. Cenab-ı Hak da kendilerini ebedi mutluluğa nail ve İslam sancağının kazanması uğrunda daima bu gibi gazalarda muvaffak kılarak maddi ve manevi bakımdan üstün mertebelere ulaştırsın. Bu hizmetinizden dolayı zatınızı bir “Büyük Osmanlı Nişanı” ile ödüllendirdim. Kumandan ve subaylar hak¬kında arz ettiğiniz rütbe ve hediyelerin yerine getirilmesini em¬rettim. Ayrıca fevkalade fedakarlık göstererek öne çıkan kumandan, subay ve erlerin hak edecekleri mükafatı, gerekli görürseniz kendilerine müjdeleyerek İstanbul’a arz etmeye yetkilisiniz. Memnuniyet ve teşekkürlerimizin hepinize iletilmesi için siz¬lere özel memur gönderilecektir.”
Adil Paşa yerine otururken Müşir alkışlar arasında ayağa kalktı; sesi de yüzü gibi vakurdu:
- Bu madalya imkânsızlıktan dolayı şahsıma verilmiş, aynı sebeple telgrafta bana hitap edilmiştir. Aslında zafer size aittir; telgrafın muhatabı da sizsiniz. Milletimizin, devletimizin kaderi sizlerin omuzlarınıza yüklenmiştir. Cesaret ve vatan sevginize güveniyor, benzer zaferlere kavuşmamız için hepinizden aynı fedakârlıkları bekliyor, sizleri ayrı ayrı Rabbimize emanet ediyorum.

Alkışlar yeniden yükselirken Müşir’in gözbebeklerinde hüzünlü bir gülümseme derinleşiyordu.




HABER

90 bin kayıp Rus propagandası
Yeni Şafak 28.01.2012

Tarihçi Mehmed Niyazi Özdemir, Sarıkamış'taki kayıplarımıza ilişkin 90 bin sayısını ilk Rusların telaffuz ettiğini, bizim de sorgusuz sualsiz buna inandığımızı söyledi.

Tarihçi- Yazar Mehmed Niyazi Özdemir, Sarıkamış Harekatı'nda donarak şehit olan asker sayısının 90 bin olduğu iddiasının yalan olduğunu, Sarıkamış'taki toplam şehit sayısının bile 23 bin olduğunu söyledi. Özdemir, Sarıkamış Harekatı'nın 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ve Rusya imparatorlukları arasında gerçekleştiğini hatırlattı. Sarıkamış'ta şehit olan asker sayılarının yanlış aksettirildiğini, incelediği Genelkurmay'a ait kitaplar başta olmak üzere birçok yayında şehit sayısının 90 bin olmadığını belirlediğini dile getiren Özdemir, şöyle konuştu:

15 BİN ASKER VARDI

"Harekata 76 bin askerimiz katıldı. Nasıl oluyor da 76 bin askerimizden 90 bini donarak ölüyor? 15 Şubat 1915'te orduda yapılan sayımda 42 bin askerin kaldığı tespit ediliyor. Toplam şehidimiz 23 bindir. Donma olayı Erzurum'dan Sarıkamış'a hareket eden 25 bin kişilik piyade birliğinde gerçekleşiyor. Bunlardan 10 bininin Sarıkamış'a ulaştığı kesin. Hangi sihirbaz, nasıl bir maharetle kalan 15 bin kişiden 90 bin insanı dondurabiliyor?"

RUSLAR ORTAYA ATTI

Bu bilginin Ruslar tarafından ortaya atıldığını ifade eden Özdemir, sözlerini şöyle sürdürdü: "Ruslar, bütün savaşlarda kendi ölü sayılarını azaltır, diğer ülkelerinkini çoğaltır. 32 bin insanının ölümünü mazur göstermek için Türklerde 90 bin kayıp olduğunu söylediler. Bizimkiler de bunu alıp, yıllardır kullanıyor. Rus propagandasını devam ettiriyoruz."




GÖRÜŞ

Batı’nın çıkmazı metafizik
Mehmet Niyazi
Zaman 13 Mayıs 2013

İnsan tarihin olduğu gibi coğrafyanın da çocuğudur; çünkü hayatını düzenlerken coğrafi şartları göz ardı edemez. Eski Yunan’da ekip biçmeye elverişli arazi azdı; siteler kayalıkların arasına kurulmuştu.

Geçimleri ağırlıkla tarıma dayalı olduğu için insanların gözleri toprağa çakılıydı. Değerlerinden dolayı tarlaların, bahçelerin ölçülmesine çok önem verilirdi. Bu sebeple eski Yunan’da geometri ilmi gelişti. Her şeyi silip atan çöl, insanlara şahane gökyüzü bahşetmektedir. Kum deryasında yıldızların alemi başkadır; devamlı muhayyileleri kurcalar; buralarda yaşayanların biricik umudu göklerdedir. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz; ama belki de vahiylerin bu bölgeye inişlerinde kulların bekleyişi, umudu, duası etkili olmuştur. Çöl ve yıldızların hakim olduğu bir dünya, soyutluğun zihinlerde teşekkülü için biçilmiş kaftandır. Soyut düşünce aritmetiğin anasıdır. Batı’da oluşan geometri ile çöllerde oluşan aritmetiği Maveraünnehir’deki İbn-i Sina, Farabi, Biruni ve diğer alimler birleştirmekle günümüzün ilim ve medeniyetinin raylarını döşediler.

Endülüs’te oluşan parlak kültür ve medeniyet Avrupalıların dikkatini çekiyordu. Batı’nın şehirlerinden buraya öğrenciler akmaya başladılar. Avrupalılar, Kuzey Afrika ile ticaret dolayısıyla temasta bulunuyorlardı. İstanbul’un fethinden sonra Konstantinopolis’ten İtalya’ya göç eden Bizanslı bilginlerin de gayreti bunlara ilave olunca dünyanın bu sisli bölgesinde müspet bilimler kökleşmeye yüz tuttular. Çok geçmeden müspet bilimlerle donanmış idrakler, kutsal kitaplarındaki, dünyanın sabit güneşin etrafında dönmesi gibi hataları fark ettiler. Tarih ilmi gelişince, yaradılış ve insanın geçmişteki seyrine dair verilen bilgilerin yanlış olduklarını anlamaları kutsal kitaplarına şüpheyi artırdı. Müspet bilimler mesafe aldıkça, kutsal kitaplarına inançları zaafa uğruyordu. Engizisyon bütün hışmıyla hayata girmişse de Avrupa kıtasında Ortaçağ boyunca sürüp gidecek olan dinle müspet bilimlerin kavgası başladı. Kanlı mücadelelerden sonra müspet bilimler galip gelince, kilise kendi kabuğuna çekilmek zorunda kaldı. Böylece Batılı aydınların nezdinde Hıristiyanlık inanç boyutunu yitirdi; kültür unsuruna dönüştü. Hür tefekküre kavuşan Batılılar müspet bilimleri adeta kutsallaştırdılar. Tabii bu müspet bilimler tekniğe yansıdı, Osmanlı’ya, yani Müslümanlığa karşı galip gelmeleri de cazibelerini artırdı.

Avrupa’da müspet bilimler geliştikçe, din önemini yitirmeye devam etti. Batı’nın bilim yuvalarında bir daha dinin hakimiyeti ürkülecek bir olay haline geldi. Tanrı’yı silip yerine tabiatı koydular; Tanrı’nın fonksiyonunu ona yüklediler; kurallar koyacağını kabul ettiler. Fakat insanın idrakinde sorular bitmiyordu. Bu evrenin başı sonu yok mu idi? İnsan nereden gelip nereye gidiyordu? Bu ve benzeri soruları felsefenin çözülmez problemleri kabul ettiler; bunları gündemlerinin dışına attılar. Tabiata yükledikleri de sadece fiziki fonksiyondu. İnançlarının iyice cılızlaşması, kültür dünyalarını etkiledi. Hiç düşünmediler ki kültürün temelini dinler, medeniyetin temelini ilimler oluştururdu. Michelangelo, Hz. Musa’nın peygamber olduğuna inanmasaydı, bir taşı yıllarca yontup hayalindeki Musa’ya benzediğine inanınca, “Kalk ya Musa!” diye o ünlü çığlığı atmazdı. Rembrandt, Hıristiyan gözüyle dünyaya bakmasaydı , “Hz. İsa Hastalara Şifa Dağıtıyor”, “Hz. İsa Ölüleri Diriltiyor” gibi göz kamaştırıcı tabloları yapamazdı. Dostoyevski Ortodoks, Mimar Sinan Müslüman olmasaydı yeteneklerini gün ışığına çıkaramazlardı. Ürettikleri kültürler milletlerin varlık teminatıdırlar; kültür unsurları üretemeyen milletler kol kuvvetine dönüşürler; üretenlerde asimile olurlar. Tabiatın koynunda mutlu yaşamak ancak müspet bilimlerle mümkündür. Bu bilimlerin insanlığın aleyhine kullanılmasını önleyebilecek yegane unsur yine manevi sorumluluktur. Aksi takdirde Nagazaki ve Hiroşima’nın bin beterini yaşamak kaderimiz olur.

Müspet bilimlerde Batı’nın beyni geliştikçe, önemini yitiren diliyle beraber vicdanı da törpülendi, zamanla ihtirası dizgin tanımamaya başladı. İşte Avrupa’nın acımasız sömürgeciliği buradan doğdu. Manevi hayatı iyice sarsılınca, gelenekleri temellerini yitirdi. Maneviyatın, geleneklerin olmadığı yerde dejenerasyonun hortlaması tabiidir. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının getirdikleri açlık, kıtlık ihtirasları kamçılayınca, dejenerasyon da alevlendi. Üç yüz yıldan beri dünyayı yönlendiren Avrupa kıtasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm insanlığa hitap eden bir beyin yetişmedi.

Metafizik, istendiği zaman ele getirilebilen bir nesne değildir; onun sağlam temellere ihtiyacı vardır. Kutsal kitaplarındaki maddi hatalar onları bu duruma getirmişse aynı reçete ile ayağa kalkmaları nasıl mümkün olabilir?





HABER

Romancı Mehmed Niyazi beyin kanaması geçirdi
Ağustos 2013

Romancı yazar Mehmed Niyazi konferans için gittiği İzmir'de beyin kanaması geçirdi. Mehmed Niyazi'nin tedavisi devam ediyor.




GÖRÜŞ

Türk ırkı olmasa tarih olmazdı
Mehmed Niyazı
Zaman 16 Aralık 2013

Yasin Aktay’ın, katıldığı bir panelde “Türk dediğin bir sentezdir; Türk diye bir ırk yoktur” demesi kıyametler kopardı.

Bizde bir insanın neyi temsil ettiği değil kimi temsil ettiği önemlidir. Bazıları onun partisini, bazıları da kökenini ortaya attı. Cemal Granda, “Atatürk’ün Uşağıydım” diye bir kitap yazdı; ömrünün sonlarına doğru Necip Fazıl’a, Atatürk’ün kendisine Anadolu’ya Vahdettin tarafından gönderildiğini söylediğini aktardı. Necip Fazıl ona; “Bunu yazılı olarak verir misin?” dedi, o da verdi. Üstad bunu Büyükdoğu’da yayınladı. Cemal Granda’ya bir şey olmadı, Necip Fazıl ancak rapor alarak ceza yemekten kurtuldu. Mahkeme Necip Fazıl’a; “Biz Granda’nın ne dediğini, senin de ne yaptığını biliyoruz.” dedi. Bir niyet okumasıyla cezai sorumluluğa hükmedildi. Hz. Ali, kendisine muhalif olan bir gruba haber gönderdi; “Benim hakkımda her şeyi söyleyebilirsiniz, bunlara mukabele etmem; ama fiiliyata dökerseniz tepenize inerim.” İşte biz hukuk bakımından Hz. Ali’den geriye gittik.

Togan’ın, De Groot’un, daha pek çok büyük Türk tarihçisinin dedikleri aynı şeydi. Avrupalılar İslamiyet’i bizimle tanıdıkları için bütün Avrupa’da İslamiyet ve Türklük arasında fark olmadığı sanılıyordu. Almanya’da bir arkadaşımın kız kardeşi bir Arap’la evlenmişti, bir süre sonra o arkadaş bana geldi; “Kardeşim Türk oldu” dedi; çünkü onlar Türklükle İslamiyet’i müteradif olarak kullanıyorlardı.

Irkçılık bize Avrupa’dan geldi. Mesela Almanya’da soyadı değiştirmek mümkün değildir; pek çok müstehcen soyadı vardır. Mehmed Akif’in babası Arnavut’tur; annesi Buharalıdır; evlerinde Türkçe konuşulur. Akif Alman olsa babasının soyadı ona verilir; cemiyette ayrı bir konumda bulunurdu; ama Türk olmanın hakkını Akif kadar hiçbir babayiğit veremedi. Ahmet Haşim, babası onu İstanbul’a getirdiği zaman hiç Türkçe bilmiyordu; fakat Haşim Türklerin önemli bir şairi oldu. Bizim kültürümüzde ırk değil, ehliyet hakimdir; Avrupa’da, Rusya’da, o milletten başkası başbakan olamazdı. Türkiye’de ise Osmanlı’dan beri Arnavut’tan, Boşnak’tan, Hırvat’tan, değişik milletlerden sadrazamlar gelip geçmiştir. İslamiyet’ten önce de bizim kültürümüz farklı değildi. Bilge Tonyukuk büyük bir ihtimalle Çinlidir. Bir insan bizim kültürümüzü, bizim kimliğimizi bilir, bizim duygularımıza hitap ederse o Türk’tür. Bizim ananemiz bütün insanlıkça kabul gördü. Biz insanlığı milletimizin üzerinde kabul ettik; bundan daha büyük bir şeref olabilir mi?

Rivayet edilmektedir ki Hz. Nuh’un üç çocuğundan birinin adı Türk’müş. Tarihi dönemlere baktığımız zaman Türklerin, Peçenekler, Kırgızlar, Uzlar, Çepniler gibi değişik boylardan oluştuklarını görürüz. İlk tarih devrelerinde bizim tarihimizi hangi boy temsil ediyorsa, devletimize o boyun adı verilirdi; Hunlar, Göktürkler, Uygurlar vs. veya kahramanın adından dolayı Selçuklular, Osmanlılar gibi isimler verilmiştir. Türk, törenin adıdır, bizim töremize girmiş bütün milletler üst kimlik olarak öyle anılır. Yani, Hint, Çin, Cermen gibi bir üst kavramdır. Değişik boyların bir araya gelerek kurdukları devletlere de Türk denmeye başlandı. 873 senesinde Kıpçaklar, Peçenekler, Kürtler, Uzlar Macaristan’da bir devlet kurdular. Avrupalılar bu devlete Türk dediler. Daha sonra XIV. yüzyılda Kölemenlerin kurduğu Mısır’a Türk denildi. O devlet Kölemendi ama Peçenekler, Uzlar yani diğer Turani kavimler karışmıştı. Ardından Osmanlı’ya “Die Türkei” dediler. Çünkü Osmanlı’yı da temsil edenler Oğuzlar, Çepniler, Kürtlerdi.

Şunu açıkça söylemeliyiz ki bizim tarihimiz bakirdir; Albert Sorel ders yılının ilk gününde öğrencisi Yahya Kemal’e sınıfta şunu söyler; “Coğrafyada kutuplar, tarihte Türkler meçhuldür.” Mesela biz Orta Asya’dan mı Ön Asya’ya geldik, yoksa Ön Asya’dan mı Orta Asya’ya gittik, bu husus bile tarihçiler arasında tartışma konusudur.

Atalarımız bize insanlığı bırakmıştır; onun kıymetini bilmeliyiz. Batılı tarihçilerin şu hükmüne de sırtımızı dönmemeliyiz: “Türk ırkı olmasa tarih olmazdı.”





HABER

Ötüken’in yarım asırlık uzun hikâyesi
SEVİNÇ ÖZARSLAN
Zaman 23 Haziran 2014

Ötüken Yayınları, bu sene iki sevinç yaşıyor. 50. yıl ve 1000. kitap! Yarım asır önce bir bodrum katında öğrenci harçlıklarıyla kurulan yayınevi, 1000. kitabını yayımladı. Üstad’ın Reis Bey’i ile yayıncılığa adım atan ve bininci kitap olarak yine bu eserin özel basımını okurlarına sunan Ötüken’in uzun hikâyesini yaşayanlardan dinledik.

Öğrenci harçlıklarıyla kurulan kaç yayınevi var ülkemizde? Hem harçlıklar birleştirilsin hem de 50 sene hırgür çıkmadan ortaklığa devam edilsin. Üstelik bu yayınevi, Üstad'lara ilham olsun. Sezai Karakoç Diriliş Yayınları'nı (1968), Necip Fazıl Kısakürek de Büyük Doğu Yayınları'nı (1973), Ötüken'den sonra kurmaya karar verdiğini ancak işin içindekiler, biraz da meraklıları bilir. Aslında sağ camiada yayıncılığın başlangıcının Ötüken ile inkişaf ettiğini bilen de azdır. O yıllarda sağ görüşlü yazarların eserlerini basan bir ya da iki yayınevi vardır. Onlar da ağırlıklı olarak dini kitaplar neşreder.

Ötüken'in fikir babaları, akrabalarından aldıkları 3-5 bin lira ile 1964'te yayınevini kurarlar. Yazar Mehmed Niyazi'nin, Sakarya'nın ileri gelen esnaflarından olan manifaturacı babasının Ötüken'e emeği az değil. Gençlere her sıkıştıklarında yardım eli uzatmış. Çoğu hukuk okuyan gençler de okullarını bitirip yedek subay olduklarında asker maaşlarını bile yayınevine yatırmışlar. Öyle bir heyecan, öyle bir inanmışlık... Hiçbirinin para kazanmak, kâr elde etmek gibi bir gayesi yok. Tek dertleri, ‘bizim de bir yayınevimiz olsun, büyüklerimizin kitaplarını yayınlayalım…'

Önce Türk kültürüne hizmet eden yazarların eserleriyle başlarlar işe. Peyami Safa'nın "Yalnızız" romanını matbaaya verirler fakat telifinde problem çıkınca Necip Fazıl'ın "Reis Bey"i ilk yayımladıkları eser olur. Ardından Kısakürek'in Benim Gözümde Adnan Menderes, Ruh Burkuntularından Hikâyeler, Ulu Hakan Abdülhamid Han, Sezai Karakoç'un İslam'ın Ekonomi Strüktürü ve İslam'ın Dirilişi gelir.

Reis Bey, çok satmasa da yayıncılık hayatına renk, üniversite öğrencilerine de şans getirir. Kitabın kapağı o kadar beğenilir ki, başta İnkılap Kitabevi (1927) olmak üzere bütün kitapçılar vitrinlerini kırmızı kapaklı Reis Bey ile donatır. Üstad'ın bugün dahi tüm kitaplarında kullanılan ‘imzalı kapak tasarımı' fikrinin onlara ait olduğunu belirtelim. Mehmed Niyazi'nin aynı yıllarda yayımlanan ve henüz 26 yaşındayken yazdığı "Var Olma Kavgası" da okurdan epeyce ilgi görür. Eser 5 bin adet satılır, ki bu rakam o yıllar için çok iyidir. Peyami Safa, Cemil Meriç, Fuad Köprülü, Erol Güngör, Nihal Atsız, Yılmaz Öztuna, Ziya Nur Aksun ve Tarık Buğra'nın eserleriyle hemhal olmak da yine onlara nasip olur. 1971'de Abdülhak Şinasi Hisar'ın tüm eserlerini yeniden yayımlarlar.

Peki, kimdir bu insanlar? O günün idealist gençleri, bugünün her biri tanınmış birer fikir adamı olan bu gözü kara yayıncılar kimlerdir? Azmi, sabrı, disiplinli çalışması ile Ötüken Yayınları'nın fikir babalarından biri olan ve yayınevine büyük emeği geçen Nevzat Kösoğlu (1940-2013) dışında hepsi hayatta. Dr. Mehmed Niyazi, Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel, Prof. Dr. H.Fehim Üçışık, Özer Ravanoğlu, Mustafa Yıldırım, Ahmet İyioldu ve Nurhan Alpay.

Laleli Büyük Reşit Paşa Caddesi'ndeki Yaprak Kitabevi'nin içinde kurulan, daha sonra Nuruosmaniye'de bir apartmana taşınan Ötüken Neşriyat, yayıncılık hayatına 20 yıldır İstiklal Caddesi 65 numarada devam ediyor. Yayınevi, bu sene iki sevinç birden yaşıyor. Hem 50 yılı geride bıraktı hem de 1000. kitabını okurlarına sundu.

Akla ilk gelen “50 yılda 1000 kitap az değil mi?” sorusu oluyor. 1984'teki büyük Cağaloğlu yangını Ötüken'i maddi olarak sıfıra düşürüyor. Bütün kitaplar, makineler, emekler yok olup gidiyor. 1990'a kadar küçük kitap hiç yayınlamıyorlar. Ayağa kalkmak için farklı bir yayıncılık faaliyetine başlıyorlar. Telif ansiklopediler, 14 cilt çıkan Büyük Türk Klasikleri, 17 ciltlik Sahih-i Buhari ve Tercümesi bu dönemde basılıyor. Bininci kitabın bu kadar gecikmesinin sebebi, böyle acı bir olay.

Ötüken'in, öncü bir kurum olduğunu belirtmiştik. 1973'te açılan Anda Dağıtım şirketi ile 1978'de Bilecik Bayır köyünde kurulan defter fabrikası -ömürleri kısa olsa da- bu öncülüğün tescilli diğer kurumları. Anda, yangından sonra kapanıyor. 140 ortaklı defter fabrikası ise -ortaklarından biri de Hayrettin Karaman- döviz sıkıntısı nedeniyle Almanya'dan gelen makinelerin parası ödenemediği için iflas ediyor. Ama Ötüken Yayınları, o günden bu yana çizgisini değiştirmeden, ticaret endişelerini ikinci planda tutarak, kendi yağıyla kavrulmaya ve kulvarında yürümeye devam ediyor.

Yayınevinde emeği olanlar haklarını bugün vârislerine ve evlatlarına devrederek köşelerine çekilmiş, ortaklık sayısı da 8’den 18'e çıkmış durumda. Yayın yönetmenliği ise 1978'de Ötüken'e editör olarak giren Erol Kılınç'a teslim edilmiş. Mehmed Niyazi'ye göre Ötüken'in banisi 1968'den beri kurumda yöneticilik yapan Nurhan Alpay. Kapıdan girdiğinizde içinize ferahlık veren beyaz boyalı odasında, babacan tavrıyla gençlere manevi destek olmaya devam eden Alpay, bugüne kadar hep geride durmayı tercih etti, yine öyle yapıyor.





YORUM

Sentezimizin şartları
Mehmed Niyazi
Zaman 29 Eylül 2014

Türklerin anayurdu Altaylar’dır; Zeki Velidi Togan’a göre ise Aral Gölü ile Altay ve Tanrı Dağları arasında kalan Balkar Gölü’nü içine alan üçgendir.

Başta Türklerin hakanları “Açinaoğulları” dediğimiz çok eski bir tek boydan inmiştir. Türklerin değişik akrabaları çoğaldıkça, Açinaoğulları da bölünmüş, bütün akraba kavimlere başbuğ olmuşlardır. Hangi boy diğer akraba kavimleri hegemonyası altına alırsa, kurduğu devlet o boyun adıyla devam ettiriliyordu; Hunlar, Göktürkler gibi. Bazen de kurulan devletler kahramanlarının adıyla anılırdı; Selçuklular, Osmanlılar misali. Büyük mütehassıslar Çu’ların bizim atalarımız olduğu konusunda ittifak halindedirler. O zaman da Çin dünyanın en kalabalık ülkelerinden biriydi. Çu’lar M.Ö. 1111 yıllarından, M.Ö. 256 yıllarına kadar yaklaşık 855 yıl Çin’de saltanat sürmüşlerdir.

Daha sonraları Kao-Siyen-Çe’nin başkumandasındaki büyük Çin ordusu, Arapları Orta Asya’dan kovmak maksadıyla Talas’a kadar ilerledi. Burada Orta Çağ’ın en büyük ve önemli meydan muharebelerinden biri yaşandı. Araplara Ziya İbni Salih kumanda ediyordu. Türk ordusunun Araplara katılması büyük muharebenin mukadderatını değiştirdi. Müthiş bir mağlubiyete uğrayan Çinliler, Orta Asya’dan çekilmek zorunda kaldılar. Çünkü Türkler, tarihin alacakaranlığından çıktıkları zamandan beri Çinlilerin en azılı düşmanları idi. Orta Asyalı olmayan Araplar er geç yurtlarına döneceklerdi. Müslümanlar, savaş bittikten, mülki idareyi teessüs ettikten sonra Türklere çok iyi davranmışlardır. Araplarla Türklerin silah arkadaşlığı yapmaları, VIII. asırda büyük bir psikolojik yakınlaşma meydana getirmişti. Müslüman dininin cihanşümul müsamahası ve Türklerin dinde taassup göstermemeleri bu yakınlaşmayı kolaylaştırdı. Ondan sonra Türkler peyderpey Müslüman olmaya başlamışlardır.

Karahanlıların da Satuk Buğra Han’ın ‘Abdülkerim’ adını alarak 920 yıllarına doğru İslam dinini kabul etmesiyle Türk tarihinin mukadderatı değişmiş ve Türkler batıya doğru akarak, Orta Asya ile Orta Avrupa arasında kolan vurmuşlardır. Türklüğün Doğu’yu ve Batı’yı kucaklayan ruhu, iki kıtanın kültürleriyle asırlarca beraber yaşamış, nihayet her ikisinin birleştiği Ortadoğu’da bugünkü kıvamını bulmuştur.

Milletimiz coğrafyayı hallihamur ederken, kültürü de aynı şekilde geliştirmişti. Hindistan, Mısır’dan gelen Yunanistan’da konaklayan kültürün insanlarının gözleri yere çakılıdır; zira hayatlarını oradan çıkarırlar. Fakat Ortadoğu Peygamber diyarıydı; o dünyada gökler yere inmişti. Batı dünyası ile Doğu dünyasını birleştirmek gerekiyordu. Bunu da Farabi, İbni Sina, Biruni gibileri yapmıştır. Metafiziğin temel esasları hariç, hayatın bütün yönlerini senteze tabi tutmuşlardır. Hıristiyanlığın taassubunda bulunan Avrupa, kendi kültüründen başka bir şey düşünmüyordu. Bu onların acı kaderi oldu. Türklerin parlak tarihi Avrupa’yı kendine getirdi. Gerek Endülüs’te gerekse İstanbul fethedildikten sonra İtalya’ya göçen Doğu ilimlerini az da olsa paylaşan Bizans alimleri Batı’nın ilmini kıpırdatmaya başlamış; daha sonraları geliştirmişti. Avrupa’da nüfus yoğunluğu fazla idi, sonra Rusya da onun yanına katıldı. Bundan üç yüz yıl önce Batı alemi ilmin tekelini eline aldı.

İlim belli bir noktaya gelince, Batı’nın metafizik dünyası ilmini tartmamaya başladı. Batı ilim yuvaları ateizme doğru gitmeye koyuldu. Ama yirminci yüzyılda Batı’da metafizik kuvvetlendi; ne yazık ki onların metafizikleri dünya bilimlerini kuşatamıyordu.

Batı bilim insanları, branşlarını geliştirmek gayretiyle, Müslüman bilginlerin peşine düşüp rönesansın şartlarını oluşturmuşlarsa bizim de öyle yapmamız gerekirdi. Bunlar ilim adamları tarafından yapılamayınca, iş resmi makamlara kaldı; onlar da Batılılaşmayı resmi politika haline getirdiler. Ne çare ki konu aynı zamanda ideolojikleşti; zira ilim ve ideoloji bir arada mezcolamaz.




YORUM

Kültür milliyetçiliği
Mehmed Niyazi
Zaman 9 Şubat 2015

İki türlü milliyetçilik vardı; biri etnik, diğeri kültür milliyetçiliği. Atalarımız dinimize de uygun geldiği için kültür milliyetçiliğini benimsemişlerdi.

Buna dair tarihimizde pek çok örnek var; bunlardan biri de Hamza Osman Erkan’dır. Afyonkarahisar, Kocaeli sonra da Sakarya milletvekili olarak Meclis’te bulundu. Sakarya milletvekili olduğu sıralarda, zaman zaman Demokrat Partili olan babamın yanına da uğrardı. Konuştukça ağzından bal damlar, macera dolu hayatını gözümüzü kırpmadan dinlerdik.

Büyük Çerkes sürgününde (1864) İstanbul’a gelen bir ailenin çocuğu idi. Cenevre ve Paris’te ekonomi ve bankacılık eğitimi gördü; ailesi de Cenevre’ye yerleşti. Avrupa’yı gören, dilini öğrenen, annesi ve kardeşleriyle de artık oralı olan Hamza Osman’ın bizimle ne ilgisi olabilirdi?

Birinci Dünya Savaşı’nda milletimiz ölüm kalımla karşı karşıyadır. Annesinin, kardeşlerinin ona ne söylediğini bilmiyoruz, bilhassa anneler çocuklarına çok düşkündür, ama o Türkiye’ye geldi, gönüllü olarak savaşa yazıldı. Çoğunluğu İzmit’teki göçmenlerden oluşan “Osmancık Gönüllü Taburu”nun bir mensubu olarak Irak’ta görev aldı.

Savaş başlamadan önce, Irak’ın boydan boya Müslüman olması göz önünde bulundurularak, Genelkurmayımız, bu bölgedeki birliklerin büyük bir kısmını ya İran’a ya da Filistin’e sevk etmişti. Herhalde bunu haber alan İngilizler, Şat-tül Arab’ın girişindeki Fav mıntıkasından çıkarma yapmışlardı. Bu gelişmeler karşısında Irak ve havalisi genel komutanı Tümgeneral Cavid Paşa, daha önceleri burada jandarma tabur komutanlığı yapmış olan Kurmay Binbaşı Süleyman Askeri Bey’in acilen Basra Valiliği’ne ve 38. Tümen Kumandanlığı’na atanmasını istedi. İşte Cavid Paşa’nın bu feryadı Irak’a giden birliğin arasındaki Hamza Osman’ın hatıraları da peşini bırakmıyordu: “... Sapanca’ya kadar uzanan göl ve orman ne güzel... Bilhassa Sapanca gölü İsviçre göllerini, mektebimi bana hatırlattı. Her geçen dakika beni onlardan biraz daha ayırıyordu. Kim bilir onları bir daha ne zaman görecektim.”

Irak’a ulaşıp cepheye intikal ettiler. Bizim askerimizin elinde modası geçmiş silahlar vardı; fakat Mehmedciğimizin cesareti, güçlü pazusu onu telafi ediyordu. Bu elverişsiz şartlara rağmen “Rota” ve “Şuaybe” muharebeleri cereyan etti. İngilizler de çok iyi savaşıyordu. Londra’nın üniversite talebeleri, dizlerine kadar suya batarak ileri siperlerimize büyük bir cüretle yaklaşmışlar, yan tarafımızdan sarkarak arkamızı çevirmek istemişlerdir. Yüzbaşı Cemil, Osmancık Taburu’nun başında bulunuyordu; yerden fışkırırcasına savaş meydanını inleterek ‘Allah! Allah!’ nidalarıyla düşmanın üzerine atıldı. Askerleri de kendisini yalnız bırakmadılar, ortalık ana baba gününe dönmüştü; nihayetinde süngümüzle muzaffer olmuş, bu savaşı kazanmıştık. Birçok askerimizle birlikte kumandan Yüzbaşı Cemil de şehitlerimiz arasındaydı. Süleyman Askeri Bey de bu muharebede iki ayağından yaralanmıştı.

Doktorların bütün ısrarına rağmen hastanede kalmayıp Nasıriye’ye gelen Süleyman Askeri Bey, Türk taarruzunu tahmin edip Irak’ı takviye etmeye karar veren İngilizlerden daha hızlı hareket etmek için hücumu başlatmıştı. Yaralı olduğu için harekâtı sedyenin içinde yönetiyordu. İşler Türklerin aleyhine dönmeye başlayınca büyük bir gayretle sedyeden kalkıp savaşa katılabilmek için atına binmeye çalışan Süleyman Askeri Bey, yarasından dolayı muvaffak olamamış ve büyük bir kahırla kendisini yeniden sedyeye bırakmak zorunda kalmıştır. Savaşın iyice kızıştığı ve aleyhimize döndüğü bir anda yanında bulunan aşiret reislerine şunları söyledi: “...Kadınların bile muharebe etmesini beklediğim böyle müşkül ve hayati bir zamanda harbe seyirci kalmaktan utanmıyor musunuz? Köpekler bile yabancıları mahallelerine yaklaştırmazlar. Onlar kadar olamadınız.”

İngilizlere karşı savaşı kaybetmeyi gururuna yediremeyen Süleyman Askeri Bey, arabasının içinde tabancasıyla intihar etti. Aynı gece Nuhayle’deki komutanlık karargâhına götürülerek çadırının içine kazılan mezara, bütün silah arkadaşlarının gözyaşları arasında defnedildi. Büyük edibimiz Süleyman Nazif, onun için şu satırları yazmıştır: “Süleyman Askeri Şuaybe önünde ihtiyari ile müebbeden kaldı. Onun oradaki mezarı, bizim müebbeden yıkılmayacak olan istihkamlarımızdan birisidir. Bir memleketin şuhedası da evladı zihayatı (yaşayan) müdafaasını deruhte ve ifa eder.”

Hamza Osman’ı Birinci Dünya Savaşı’nda ülkemize getiren ne idi? Etnik milliyetçilik insanları böler; kültür milliyetçiliği ise insanları bütünleştirir. Zaten büyük devletler kurmamız da bizim kültür milliyetçiliğini ne kadar derinden benimsediğimizi gösteriyor. Milletimiz geleneksel kültürümüzü hayatına katarsa elbette doğru yolu bulacaktır.






HABER

Mehmed Niyazi CNR’de onur konuğu
4 Mart 2015

Yeşilköy Dünya Ticaret Merkezi’nde açılan CNR Kitap Fuarı hafta sonuna kadar devam ediyor.

“Çanakkale Savaşı’nın 100. Yılı” temasıyla açılan fuarın onur yazarı Çanakkale Mahşeri (Ötüken) kitabının yazarı Mehmed Niyazi Özdemir. 7 Mart Cumartesi günü 13.00-17.00 saatleri arasında bir konferans verecek olan Niyazi, Çanakkale Savaşı’nın gözden uzak gerçeklerini anlatacak. Fuarda ayrıca “Çanakkale Geçilmez” çizgi film gösterimi, “Çanakkale Zaferi” konulu resim yarışması sergisi, “Dünya Basınında Karikatürlerle Çanakkale Savaşı” konulu sergiler izlenebilir. 8 Mart Pazar günü sona erecek fuarda imza günü olan yazarlar arasında İbrahim Tenekeci (7 Mart Cumartesi 13.30) ve Işık Öğütçü (8 Mart Pazar 13.00) bulunuyor.





GÖRÜŞ

Düşünmeyi öğrenemiyoruz
Mehmet Niyazi
Zaman 20 Temmuz 2015

Konfüçyüs, insanların birbirleriyle anlaşmaları için aynı kelimeye aynı anlamı vermeleri gerektiğini belirtiyor.

Bunun için elinde imkan olsa, bütün vatandaşlara aynı lügati okumalarını mecbur etmeyi düşündüğünü ilave ediyor. Bizde ise maalesef aynı kelimeye aynı anlamı yüklemek değil, insanlar peşinde koştukları ideolojilerin bile toplumu nereye götüreceğinin farkında değiller, yani temel değerlerde bile mutabakat sağlanamıyor. Solcu bir dostum vardı; “Diyelim ki iş başına geldiniz; ne yapacaksınız?” diye sorduğumda bana şu cevabı verdi: “Ülkemizin kaymağını yiyen Rum'u, Ermeni'yi, Yahudi'yi derhal sınır dışına çıkaracağız; ondan sonra da diğer faaliyetlerimiz gelecek.” Halbuki onun yaptığı ırkçılıktı, inandığı değerlerin ona emrettiği ise dinleri, milliyetleri ayrı olsa da bütün insanları eşit görmekti; ama arkadaşım bunun farkında değildi.

Karı-koca üniversitede öğretim üyesi dostlarım, bazı dokümanlara bakmak için kütüphaneye gelmişlerdi; ikisinin de metafizik dünyası çok zayıftı, modern olmakla övünürlerdi. Gereksiz bir konudan dolayı aralarında bir münakaşa başladı; bir süre sonra hanım kalkıp başka bir bölüme gitti. Beyi kendime daha yakın hissettiğimden uyarıda bulunmak istedim; “Çocuk sahibisiniz, böyle tartışmalar bir gün acıyla sonuçlanabilir, biraz daha dikkatli olman gerekmez mi?” Dostum bakışlarını bana çevirdi, yüzünde bıçağın kemiğe dayandığı ifadesi okunuyordu: “Evliliğimizi sürdürmemiz çok zor. Bana muska yaptırıyor, işlerim rast gitmiyor.” Ona sadece bakabildim, ateist, modern olmakla övünen dostlarımdan birisi muska yaptırıyor, diğeri de muskanın gazabına uğradığına inanıyordu.

Gençliğimizde Marmara Kahvesi bizim için adeta bir üniversite idi. Orada çok seviyeli münakaşalar yapılır, ilmi kitaplar sayılıp dökülür, fikri ne olursa olsun herkes karşısındakine saygı duyardı. O günlerden kalma avukat bir dostum var; herhangi bir inancı olmayan bu dostumla bazen birbirimizin canını sıksak da birbirimizden ayrılmıyoruz. Onun bir hatırasını hiç unutmam; tuttukları futbol takımının bir maçında, takımlarının gol yememesi için bir medyum bulmuşlar; kaleyi bağlatmak istemişler. Medyum; “Ben maçtan anlamam; siz bana kaleyi gösterin, gerisine karışmayın.” demiş. Maça gitmişler, takımlarının kalesini göstermişler, medyum güya kaleyi bağlamış. İlk devreyi takımları gol yemeden tamamlamış. Devre arası olmuş, kaleler değişmiş, takımları ikinci yarının başında bir gol yemiş; medyuma ‘Ne oluyor?' diye sormuşlar, meğer medyum, devre arasında kalelerin değiştiğini bilmiyormuş, takımlarının ilk yarıdaki kalesini tutmaya devam ediyormuş. Hiçbir metafizik olaya inanmayan dostumun, herhangi bir mantığı olmayan bu olayı bana ciddi ciddi anlatmasını uzun süre düşünmüştüm.

Bir cemiyette din kültürü zayıflamışsa, manevi gıdaya muhtaç halkta ehliyetsiz insanların yapacakları telkinlerin cazibeyi artıracağını, batıl itikatların dine karışmasına imkan vereceğini belli bir seviyede sosyal bilimlerle ilgilenen herkes bilir. Ülkemizde zaman zaman irtica tehlikesi gündemimizi işgal etti; buna da sarıklı, cübbeli insanların çoğalmaları, uydurma tarikatların taraftar bulmaları işaret gösterildi. Fakat dikkat edilmesi gerekirdi ki bunlar arasında bir tane ilahiyat menşeli insan yoktu. Çünkü onlar dini biliyorlardı. Ama biz irticadan mütedeyyin kitleleri sorumlu tuttuk. Zannediyoruz ki, irtica ve hurafe köklerini dinlerde bulurlar. Halbuki irtica ve hurafeye en büyük darbeyi semavi dinler vurmuşlardır. Ayrıca irtica sadece dini motifli değildir; ladini kökenli irtica daha yaygın ve daha tehlikelidir. Dindar, dini öğrenirse, dini motifli irticadan kendisini kurtarır. Ladiniliği hayat ilkesi kabul eden, dini öğrenmeye ihtiyaç duymaz; irticanın pençesinden nasıl kurtulacağını da bilmez.

Karanlık bir dünyada yaşıyoruz. Mercimek kadar beyni olan, olağanüstülüklerle kuşatılmış olduğumuzu fark eder. İnsanın kendisi bile olağanüstü bir varlıktır. İlimler devamlı gelişip, önümüzü aydınlatacaktır; fakat aydınlıkların arkasında karanlıklar hep bulunacaktır. O da imanın konusu olacaktır; anahtarı da dini bilgilerdedir. İlmin ve imanın sahalarını idrak edemeyenler, irticanın, hurafenin kölesi olmaya mahkumdurlar.

Pedagogların, niçin mantıklı düşünemediğimiz üzerinde ciddi şekilde durmaları gerekir. İlk bakışta eğitimimizin muhakemeye değil, ezbere dayalı olması sebep olarak görünüyor. Fakat mutlaka daha önemli gerekçeleri olmalı. Bu problemi çözmeden mesafe almamız bir yana, varlığımızı bile korumamız mümkün değildir.




GÖRÜŞ

Senusi'nin Türkiye sevdası
Mehmed Niyazi
Zaman 9 Kasım 2015

Yirminci yüzyılda dünyaya bakan bir göz, pek çok idealist insan arasında Senusi Seyyid Ahmed'i görmezden gelemez.

1902'de Muhammed el- Mehdi ölünce, amcasının oğlu Seyyid Ahmed tarikatın liderliğine getirildi. Daha on dokuz yaşındaydı. Değişik savaşlarda bulundu; çileli bir ömür geçirdi. Tam inanmış bir Müslüman'dı. Mısır'a yerleşmiş bulunan İngilizler Senusilere karşı düşmanca davranmıyorlardı. İngilizlerin bu tarafsız tutumundan yararlanarak mücahitlerin erzak ve teçhizatını onlara müşfik davranan Mısır halkından sağlayabiliyorlardı.

Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. İngilizler Senüsilere tarafsız kalmalarını tavsiye ettiler; bu aynı zamanda onları bağımsızlığa götürebilirdi. İslam birliğine ve onun halifesine bağlılıkla İngilizlere saldırdılar. Bu kararı verirken kendisini, kabilesini, belki de Libya halkını ateşe atıyordu; onun son derece diğerkam bir saikle Halife'nin etrafında Müslümanların nasıl kenetleneceğini gösterdiğinde şüphe yoktur. Bu kararı vermek dünya siyaseti bakımından da doğruydu; zira tarafsız kalmasını isteyenlerin birkaç yıl zarfında İslam dünyasını nasıl tarumar ettiğini tarih yazdı. Bu da Seyyid Ahmed'in doğru yolda olduğunu ispat etmektedir.

1917 yılında savaşın neticesi belli olmaya başlamıştı; Seyyid Ahmed bir denizaltıyla İstanbul'a geldi. Savaşın en çalkantılı günleriydi, Osmanlı devlet adamları Seyyid Ahmed'e büyük saygı gösterdiler. İhtilal ateşinin tutuşturduğu Rusya savaştan çekiliyordu. Buradan doğan boşluğu değerlendirip ordularını Batı'ya kaydıran Almanya ve Osmanlı Devleti dengeleri lehlerine çevirecekken Amerika Birleşik Devletleri'nin savaşa dahil olmasıyla işler değişti.

Almanya'dan sonra Osmanlı Devleti de Mondros'la silahları bıraktı. Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar İslam dünyasını parselliyorlardı. Ne yapılması lazım geldiğine dair her kafadan bir ses çıkıyordu. Rivayet edilir ki o günlerde bir rüya gören Seyyid Ahmed, zaferin bizim olacağını yorumlayarak etrafındakilere moral aşılamıştır.

Mustafa Kemal Paşa, silah arkadaşlarıyla Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak üzere Samsun'a gider. Seyyid Ahmed de eli kolu bağlı durmayı kendisine yakıştıramaz, kendisine görev düştüğünü hisseder. Çok ünlü bir âlimdir, Anadolu'nun hemen her yerinde tanınır; oralarda faydalı olacağına inanır. Anadolu'yu köy köy, şehir şehir dolaşır, camilerde nutuklar verir, gençleri milli mücadeleye katılmaya teşvik eder.

Sakarya'da ordumuz düşmana karşı koyar, gece gündüz yirmi iki gün süren muharebeden sonra düşman sendeler; ardından büyük taarruz başlar; Yunanlıların İzmir'de denize dökülmesiyle bugünkü sınırlarımız çizilir.

Mustafa Kemal Paşa, Seyyid Ahmed'in Kurtuluş Savaşı'ndaki hizmetlerine yakından şahit olur. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Batı medeniyetini ülkemize getirmek istediğini hisseder, içi burkulur ama Müslümanların artık hür olduğunu, suyun akıp yatağını bulacağını düşünerek memleketine dönmek ister. Mustafa Kemal Paşa kendisini Adana'ya kadar uğurlar.

Seyyid Ahmed 1923 yılında Şam'a gider. Bir otelde kalmaktadır. Aşiret reisleri, tarikat önderleri onu ziyaret ederler. O sırada Suriye Fransız sömürgesidir. Türkiye'nin bağımsızlığa kavuşması gibi onlar da hürriyetlerini elde etmek istiyorlardı. Seyyid Ahmed Türkiye'den buruk ayrılmasına rağmen Suriyelilerin bağımsızlıklarına kavuşmasını teşvik ediyor; ama yeni bir devlet kurmalarını değil, Türkiye'ye iltihak etmelerini istiyordu, çünkü Avrupalıların İslam dünyasını küçük küçük devletler halinde, başına kukla yöneticiler yerleştirerek istedikleri gibi idare edeceklerini biliyordu.

Fransızlar şüphelendikleri Seyyid Ahmed'i sürekli takip ettiriyorlardı. Tutuklanacağı haberini alınca bir dostu ile otomobille çölü geçerek Necid sınırına ulaştı. Oradan Mekke'ye giden Seyyid Ahmed, Kral İbni Suud tarafından sıcak bir ilgiyle karşılandı, Medine'nin bir köyüne yerleşti. Kendisini ziyarete giden Muhammed Esed; edeb dairesinde, İngilizlere savaş açmanın yanlışlığını Seyyid Ahmed'e söyler. O büyük adam Esed'e şu cevabı verir: “Muhammed, ben hesap adamı değil, iman adamıyım.”




SÖYLEŞİ

Mehmed Niyazi: Necip Fazıl'ın 'Çile'si ezberimde
SAMET ALTINTAŞ
Zaman 28 Şubat 2016

Mehmed Niyazi Özdemir, 74 yaşında olmasına rağmen maziyi hatırlatmak adına makaleler kaleme almaya, romanlar yazmaya devam ediyor. Diyor ki: “Bu romanları, Türk çocuklarına tarih şuuru vermek için yazdım. Bunun arkasında ise Türk tarih ve devlet felsefesi var.”



Devlet, medeniyet, kültür… Bu mefhumlar, yazılarınızın ana omurgası. Neden bu kadar önemli bu kavramlar?

Türk milleti, tarih sahnesine çıktığından beri hep devletle beraberdir. Rahmetli ninem Cumhuriyet'in remzi olarak gördüğünden şapkayla kimseyi odasına sokmazdı. Ama her lafının başı, ‘Allah, devlete zeval vermesin' idi. Avrupalılar için devlet ‘fatherland' yani ‘baba vatan'dır. Bizde ‘ana vatan'... Mesela Kemal Tahir'in ‘Devlet Ana'sı yanlıştır, devlet babadır çünkü. Bir millet medenî olmaz ise şahsiyetini bulamaz. Biz karakterimizi medeniyetle beraber oluşturduk. Bugün bile Cumhuriyet, Osmanlı medeniyetinin temeliyle ayağa kalkmıştır.

Walter Benjamin, devrimi en yüksek noktasında geçmişin kurtarılması olarak görür. Sizde de bu mülahaza mı var ki Çanakkale Mahşeri, Yemen Ah Yemen!, Plevne gibi tarihî romanları bu kadar önceliyorsunuz?

Kendi köklerimizi bulursak inkişaf edeceğiz. Bu Romanları, Türk çocuklarına tarih şuuru vermek için yazdım. Bunun arkasında ise Türk tarih ve devlet felsefesi var.

Tarih şuurundan kastınız, ‘Ey, şanlı ordu! Ey, şanlı asker' efsanelerini mi anlatmak?

Ben tarihteki yanlışlıkları da anlatıyorum. Tarih şuuru, bir millete yeniden medeniyet yolunu gösterir. Bizde son iki yüz yıldır bu şuur yok gibi. Batı'nın modernizasyonu kurumsal anlamda pekâlâ iyidir. Ama kültürünü de almak bizde geçmişi yok etmiştir.

Peki, bu kimlik bunalımında hep Batılılar mı suçlu?

Hayır, tabii ki… Bizim de suçumuz var. Mesela entelektüelimizin kabahati var. Bizim aydınlarımız sorunun kaynağına inmeden Osmanlı'yı, Selçukî'yi redd-i miras ediyor.

Hilmi Ziya Ülken, ‘Tarih, icat edilen bir alandır.' der. Dolayısıyla siz de mucitsiniz. Tarih kurgusunda ne kadar objektif davranıyorsunuz?

Oldukça objektif davranıyorum. Mesela benim devlette en çok tenkit ettiğim husus liyakat sahibi olmayan kişilerin yönetimde olmasıdır. Osmanlı'da bu hal, 16. yüzyıldan başlar ki, çöküşün temel nedenlerindendir.

Kur'an'da bir kere bile telaffuz edilmeyen devlet, kutsanması gereken bir aygıt mı?

Peygamber Efendimiz diyor ki, ‘Nerede bir devlet olmazsa, oradan çıkıp gidiniz.' Bizi ayağa kaldıran İslamiyet'tir. Osmanlı, iş başına geldiğinde dünyada yüzde 11-12 civarında Müslüman vardı. Sonra Osmanlı, tarih sahnesinden düştü. Yüzde 22 Müslüman oldu ama nüfuzu kalmadı. Biz tebaayız. Devletin başında bulunanların teenni ile hareket etmesi lazım. Devlet, birey gibi değildir.

Milliyetçilik anlamında duruşunuzu nasıl tanımlıyor sunuz?

Türkçü değilim. Atsız ekolünden değilim. Bu arada Nihal Atsız'ın hanımı benim tarih öğretmenimdi. Ben milliyetçiyim. Şeyhim de Hilmi Oflaz'dır. Ondan nakille söyleyeyim, “Bütün kavmiyetçilikler küfürdür. Türk'ü sevmek imandandır. Delillerimiz ikidir: Bir, Peygamber Efendimiz'in tebligatı, iki Peygamber Efendimiz'in tatbikatı. Bunlar, Türk milletine vazife olmuştur.”



Necip Fazıl'ın ‘Çile'si ezberimde

Her gün kitap okuyor musunuz?

Okuyorum. En son Cengiz Aytmatov'un Toprak Ana'sını bitirdim. Şimdi onun üzerine bir makale yazacağım.

Tekrar tekrar okuduğunuz şairler var mı?

Necip Fazıl… Bütün şiirlerini ezbere bilirim… Onun bütün şiirleri büyüktür… Keza Safahat'ı da çok severim. Zaten Mehmet Akif'in bütün hayatı, bu millet için bir lütuftur.

Necip Fazıl'la çok hatıranız var kuşkusuz. Sizi tebessüm ettiren bir anınız var mı?

Necip Fazıl'ın bir gözdesi vardı, Hilmi Oflaz... Üstad, Toptaşı'nda hapse girdiğinde, Mahmutpaşa'da işporta tezgâhına çıkıp elinde Büyük Doğu dergisi, ‘Durun kalabalıklar/Bu cadde çıkmaz sokak' diye bağırıyordu. O, “Türkiye'nin en büyük mütefekkiri burada.” diye sesleniyor; ama millet don-gömlek alıyor tabii. (Gülüyor) Sonra Mahmutpaşa'daki tezgâhını sattı, geldi bir buçuk sene Toptaşı'nın önünde bekledi. Üstad, tahliye olduğu gün bir minibüsle eşi Neslihan Hanım'ı ve çocuklarını alıp hapishanenin önüne gelmiştik. Hilmi Oflaz, Necip Fazıl'ın yatağımı sırtına almış, perişan bir vaziyette, bir de yağmur yağıyor... Üstad, ‘Neslihan! Bu yağmur yağmasaydı, buraya o kadar kalabalık toplanırdı ki ben tekrar içeri girmek durumunda kalırdım' demişti.

Hilmi Oflaz, her zaman yanında mıydı Necip Fazıl'ın?

Tabii… Bir gün Bursa'da Heykel'in önündeydim. O anda baktım Necip Fazıl, grantuvalet giyinmiş Heykel'in önünden geçiyor. Arkasında da Hilmi Abi, üstü başı perişan her zamanki gibi. Üstad bana, ‘Katıl, kervana katıl!' dedi. Beraberce Çelik-Palas oteline gittik. Orada Adalet Partisi ile Halk Partisi'nin milletvekili olan beş-altı adam vardı. Tabii, Necip Fazıl'ı görünce hepsi ayağa kalktılar. Hilmi Abi'nin hali sakildi. Onu hemen şöyle onore etti, ‘Fare tıkırtısından ürkecek kadar hassas/Krallar, önünde bükülecek kadar irade sahibi/Aslanların önüne çırılçıplak atlayacak kadar cesur/Aziz dostum işportacı Hilmi…' (Gülüyor)

Peki, Türk edebiyatında en sevdiğiniz romancı kimdir?

Peyami Safa… Çok büyük bir adam.

Bu sene Beşiktaş şampiyon!

Bugünlerde üzerinde çalıştığınız bir roman var mı?

Kut'ül Amâra Zaferi'ni anlatan romanı yazmaya başladım. Malum, 100. yılı… Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizleri iki kez yendik. Çanakkale'de durdurduk. Irak'ta ise perişan ettik. Bu zafer, çok mühimdir. İngilizleri resmen sallamışız.

‘İki Dünya Arasında' için otobiyografik bir roman diyebilir miyiz?

Aşağı yukarı… (Gülüyor) Aslında yüzde yüz... 1968 -79 yılları arasında Almanya'da Köln'de idim... 1970 yılıydı… Bir Noel öncesi üniversite kantininde bir Alman kızı ile tanışmıştım, sohbet ettik, sonraları dostluğumuz ilerledi. Romanım o tanışmayı ve sonrasında gelişen olayları anlatır.

Uzun süre evliliği tercih etmemenizin nedenlerini burada mı aramak gerek?

(Gülüyor) Öyle herhalde… Ama şimdi beş yıldır evliyim...

Neden cep telefonu ve bilgisayar kullanmıyorsunuz?

Biraz mesafeliyim teknolojiye. Bir de beni çok ararlardı ahizeli telefonlardan. Kendi işlerim yarım kalıyor diye cep telefonum hiç olmadı. Halen elle yazıyorum. Sonra yeğenim Konuralp bilgisayara geçiriyor. Kalem kullanmak bir yazar için çok önemlidir.

Bir gününüz nasıl geçiyor peki?

İki sene önce beyin ameliyatı geçirdim. 9.00'da İSAM Kütüphane'ye gelirdim. Şimdilerde 11.00 gibi geliyorum. Akşam 18.30'a kadar buralardayım. Çalışmalarımı, okumalarımı yapıyorum.

Eşiniz kızmıyor mu size?

O benden daha yoğun, doktor çünkü.

Sporla aranız nasıl? Tuttuğunuz bir takım var mı?

Beşiktaşlıyım… Beşiktaş'ın asıl renkleri kırmızı-beyazdır. Balkan Harbi'nde çok şehit verildiği için renkler siyah-beyaz olmuştur. Bu, beni çok etkiler. Bir de bizim çocukluğumuz Baba Hakkı'ların dönemi idi. Hâlâ televizyonda gördüm mü bakarım maçlara. Galatasaray ve Fenerbahçe'nin performansları düşükse bizim işimiz tamamdır. O yüzden bu sene şampiyon olma ihtimalimiz kuvvetli.





HABER

Mehmet Niyazi Özdemir vefat etti
Yeniçağ 11 Mayıs 2018

Romancı yazar Mehmet Niyazi Özdemir hayatını kaybetti. Ötüken Neşriyat'ın kurucularından olan Özdemir, bir süredir akciğer yetmezliği sebebiyle tedavi görüyordu.

Özdemir'in vefat haberi Ötüken Neşriyat'ın sosyal medya hesabından duyuruldu. Twitter'dan yapılan açıklamada, "Ötüken Neşriyat'ı kurucularından Mehmet Niyazi Özdemir, yaklaşık bir aydır akciğer yetmezliği sebebiyle tedavi görmekte olduğu hastanede 11 Mayıs 2018 günü hayat gözlerini yummuş, alem-i ebediyete intikal eylemiştir. Mehmed Niyazi Özdemir üstada Allah'tan rahmet; Ötüken camiasına, aile ve akrabalarına, sevenlerine ve bütün okuyucularına başsağlığı ve sabırlar dileriz" ifadeleri yer aldı.







www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)