Gülay Göktürk
gazeteci



1949 yılında İstanbul’da doğdu. Babasınının subay olması dolayısıyla çocukluğu Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde geçti. Fatih Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra AFS bursu ile bir yıllığına ABD’ye gitti. Çeşitli gazete ve dergilerde görev aldı. Bugün gazetesinde yazdı.

ESERLERİ:

Mürteci Yazılar, Gidemeyenlerin Ülkesi, Özel Hayatlar.




HAKKINDA YAZILANLAR

Fadime dillerde, Fadime gönüllerde
Cemal A. Kalyoncu
Aksiyon 10 Mart 2001 sayı 327

Gülay Göktürk, tüm engellere rağmen basında oluşmaya çalışan az sayıdaki liberal damarın bir temsilcisidir. Göktürk, bu noktaya kolay gelmiş birisi değildir. Genç bir kız, 1962-64 yılları arasında, bu tarihten sonraki hayatını tamamiyle değiştirecek bir sözcükle tanışır: "Halk evleri çevresinde böyle bir sosyalist oluşum vardı. Çocukluğuma ilişkin anılarımdan biri, 12-13 yaşlarında ortaokul talebesiyim. Çok yakışıklı bir delikanlı vardı. O delikanlı yoldan geçerken kız arkadaşım 'bak bu çocuğu görüyor musun?' dedi. Evet dedim. 'Biliyor musun o komünistmiş.' İlk defa biri için komünist dendiğini duydum. Ayrıca kuzenlerimizden ikisi de Bursa TİP'in kuruluşunda bulunmuştular. Hem ablam da ben de gazete okuyan insanlardık." Genç kız, o yıllarda henüz Bursa Kız Lisesi ortaokul kısmı öğrencisidir. Liseyi okuyacağı Fatih Kız Lisesi'ne geldiği zaman da TİP'le tanışacaktır: "Kuruluş yıldönümü toplantıları olurdu. Bir iki toplantısına gitmiştim. Gerçi lise talebesi idim. Çok yakın ilgili değildim politika ile ama TİP'i izliyordum." Liseyi bitirdikten sonra Amerika'dan da bir burs (AFS) kazanınca genç kız, Yeni Dünya'nın yolunu tutar. Orada San Fransisco yakınlarında bir kasabada ikamet eder. O yıllar, Amerikan halkının Vietnam acısını derinden yaşadığı yıllardır: "Amerikan topluluğu da Vietnam karşıtı tartışmalar içindeydi. Orası aslında benim anti—emperyalist duygularımın daha perçinlendiği bir yer oldu. Döndüğümde çok sıkı bir anti—Amerikancı idim." O genç kız bu duygularla Türkiye'ye döndüğünde ise tarih 1967'yi göstermektedir. Gelir gelmez, Amerika'ya gitmeden önce kazanıp kayıt dondurduğu ODTÜ'ye girer: "Amerika'ya gitmeseydim pek birşey değişmezdi. ODTÜ'ye girecektim. Yine aynı çevrenin içinde olacaktım." Amerika'da bulunduğu dönem, bir yeterlilik sınavından sonra ODTÜ'nün hazırlık sınıfı yerine sayılır ve genç kız ODTÜ'de birinci sınıftan itibaren okumaya başlar: "1967'de en feci zamanında girdim." Artık sosyalist olması kaçınılmazdır: "Arkadaşlarım büyük oranda, ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü'ndendi. Ben de burada aktif bir üye oldum. Sinan Cemgil'den tutun Hüseyin İnan'lara kadar o dönemin aktif olanları arkadaşlarım arasında idi. Hüseyin'le aynı dönemden olmamıza rağmen o da benim gibi okuldan kopuk olduğu için okul arkadaşım gözü ile bakamıyordum ona tabii. Kulübün abileri Bekir Harputlu filandı. Yani ODTÜ'de Sosyalist Fikir Kulübü'ne üye olmuş ve sosyalist harekete katılmış kim varsa, hatta sadece ODTÜ değil, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi ile de çok iç içe idik." O yıllar, kutuplaşmaların zirvede olduğu yıllardır: "Türkiye'de, hatta dünyada hayat üzerine düşünen gençlerin çok büyük kısmı sola meylediyordu. Bunu yapmayanlar militan sağcı değil de, dersinden başka bir şey düşünmeyen öğrencilerdi belki. Dünyayı, hayatı, Türkiye'nin geleceğini merak eden insanlar, doğal olarak solcu oluyordu. Ayrım buydu. Fakat entellektüel bir mihrak da yoktu." Genç kızın, o çevrelerde bu kadar aktif olmasının, onun için bir anlamı daha vardı. Artık giderek öğrencilikten uzaklaşıyordu: "Lise boyunca genelde fena olmayan talebeliğim burada değişti. Talebelikten koptum. Derslere girmiyordum. Çok kötü bir öğrenci olmuştum birdenbire. Birinci sınıfı tekrar ettim zaten. Kendimi orada öğrenci gibi değil de profesyonel bir devrimci, militan bir insan olarak hissediyordum."

Adı geçen bu genç kız Gülay Göktürk'tür, önce Yeni Yüzyıl, ardından da Sabah gazetesinde özellikle liberal görüşleri ile tanıdığımız Gülay Göktürk: "Bundan 30 öncesinin kavramları ve siyasi saflaşması ile düşünen okuyucular bana her zaman için tepki duydular. Ancak 1994'ten bu yana bakarsanız Türkiye'de liberal bir çizgi içindeyiz. O çizgi yeni. Varmış eskiden ama unutturulmuş. Fakat Türkiye'nin yakın geçmişinde liberal çizgi yok. Üzeri çok örtülmüş. Liberal çizgiyi hayatın her alanından, yani özel hayattan devlete bakışa, politikaya, evliliğe, aşka, anne—çocuk ilişkilerine bakışa kadar hayatın her alanına uygulayan bir çizgi izledi benim yazılarım. Kendi iç tartışmalarımı yürütürken, bu yazılar vesilesi ile düşünmek ve yazmak aynı zamanda benim oluşum sürecim de oldu diyebilirim. Okurların bir kısmı, özel hayattaki bir meseleye bakışla politikadaki herhangi bir meseleye bakış arasındaki o bütünselliği görebilen okurlar oldu. Bir kısmı da benim pratik sentezlerle uyum gösteren, diyelim ki Türkiye'de Kürt meselesine veya demokrasiye bakış gibi konulardaki yazdıklarıma bakıp 'Aaaa bu bizden' diyen, ertesi gün de aynı demokrasiyi İslamcı kesim için savunduğumda ise 'Aaaa bu bizden değilmiş' diye düşündü. Pratik bir insan hakları ihlalinde çok net bir şekilde tavrımı koyuyor, fakat öbür taraftan faşizme de özgürlük diyorum. Tabii bu, okur için ilk günlerde daha da garipsenen bir durumdu. Okur ne yapacağını şaşırdı. Beni, ne yapacağı belli olmayan, sağ gösterip sol vuran, sol gösterip sağ vuran biri olarak gördü. Ne demek istiyor? İlerici mi, gerici mi? Klasik ilerici diyecek veya gerici diyecek fakat onların ikisini de diyemiyor. Beni bir yere koyamama sıkıntısı çekti. Ama zannediyorum son birkaç senedir bu çizginin ne olduğu yavaş yavaş anlaşıldı. Okur, bizlerden 'bunlar liberaller' diye bahsediyor artık. Bu çizginin kendi iç tutarlılığı, bütünselliği daha geniş bir kitle tarafından görülüyor ve Türiye'de basında bir liberal damar oluşmuş vaziyette. Kimileri tarafından 'liboş veya ikinci cumhuriyetçi' diye yafta atmaya çalışılsa da, sayıca az insan tarafından temsil edilse de, bir kutup olarak 'Ya bak onlar böyle diyor, peki bu konuda liberaller ne diyor' diye herkesin dönüp baktığı bir grup var artık Türkiye'de. Vural Savaş'a (Anayasa Mahkemesi eski Başkanı) hedef olmak bile onu gösteriyor. Sağdan say on kişi, soldan say on kişi. Niye bu kadar hedef? Bir ağırlığı var çünkü. Ama kitleler nezdinde daha anlaşılabildiğini pek düşünmüyorum. Çünkü Türkiye'de çok yoğun bir devletçi gelenek var. Devletin küçülmesi bir kenara, kutsallığından arınıp kenara çekilme fikrinin tabanda yayılması bile çok zor. Ama son gelişmelerle değişim konusunda Türkiye bir yol ayrımına gelmiş durumda."

İşte, böyle bir kutuptan diğer kutuba yol alan Gülay Göktürk, okuldaki yıllarında, daha doğrusu devrimcilik yıllarında eylemden eyleme koşan birisidir de: "Elmalı'da toprak işgali oldu. Biz Ankara'dan Can Savran ve şimdiki eniştem olan Müfit Özdeş (Gülay Hanım'ın ablası Tülay Hanım'la evlidir. Çifti, Gülay Göktürk tanıştırmıştır) ve bir arkadaşla birlikte Elmalı'ya toprak işgaline gittik. İstanbul'dan da gelenler oldu. Ben oradaki tek kızdım. Sonra 6. Filo geldiğinde yine İstanbul ve Ankara'dan toplanıp İzmir'e gittik. ODTÜ işgali oldu, ben işgalden sonra kafeterya sorumlusu idim." Göktürk, eylemlere katılmaktadır ama şiddet ve terörden de uzak durmaktadır: " Diyeceksiniz ki savunulan ideoloji proleter diktatörlüğün özü de zaten şiddet barındırıyor. Tamam onu kabul ediyorum, teorik planda doğru ama kendi pratiğimde şiddetle karşılaştığımda ikna etmeye çalıştım ve tepkimi de gösterdim. Hatta 1970'li yıllarda gençlik hareketleri içinde ilk şiddet filizleri belirdiğinde, yani Dev—Genç'teki bireysel şiddet eylemleri ortaya çıkmaya başladığında hep karşı çıkan tarafta oldum. Mesela ODTÜ Fikir Kulübü'nde 1969—70 senelerinde seçim yapıldı. Bizimkiler seçimde kaybedeceklerini anlayınca sandık kaçırmış ve birkaç sosyal demokrat dövmüşlerdi. Genel mantık, devrimci hareketler için böyle şeyler hoş görülebilir olduğu halde ben şiddete başvurmanın ve hile yapmanın yanlış olduğunu söyleyen ve demokrasiyi savunan bir konuşma yaptım orada. Yani demokrasi fikri o zamandan beri var. Daha sonra Dev—Genç artık hepten bireysel terörizmi savunmaya başladığı noktada da ben artık oradan ayrılmış Aydınlık hareketi içindeydim."

Gülay Göktürk, böylece yer değiştirir, artık Aydınlık'çıdır. 1970 yılının haziran ayındayız. Aydınlık grubu İşçi—Köylü adlı bir gazete çıkarmaktadır. Bu arada Adana'daki Bossa Fabrikası'nda büyük bir grev olur. Fabrikadaki kişilerin çoğu kadın olduğu için Aydınlıkçılar buraya, oradaki işçilere propaganda yapacak bir bayan göndermek isterler: "Gitmem demek, benim finallere girmemem ve okulu fiilen bırakmam demekti. Hiç unutmuyorum, Korel Göymen'e gittim. O benim danışmanımdı. Korel tabii çok haklı olarak 'okulu bitirmemi, okulu bitirirsem sosyalist harekete daha yararlı olacağımı anlatmaya çalıştı. Ben 'hı hı' deyip yine de Adana'ya gittim." Göktürk, daha doğrusu o yıllardaki soyadı ile Büyüközen, babasının soyadı ile de Kurnaz (Gülay Hanım, 1969'da yine aynı hareketten Erdoğan Büyüközen ile bir evlilik yapar. Fakat bu evlilik ancak 1972'ye kadar sürebilir) Anada'da bir ay boyunca propaganda faaliyetlerinde bulunur. Bir ayın sonunda okuluna döner, daha doğrusu okula uğrar: "Okulda bir müddet kaldım ama psikolojik olarak oradan kopmuştum." Göktürk, üniversiteyi bitiremez, böylece Göktürk'ün eğitim hayatı yarım kalır. 12 Mart'a henüz altı ay daha vardır. Doğruca İstanbul'un yolunu tutar: "Aydınlık hareketi proleterleşme kampanyası açmıştı. Kampanyanın ana fikri 'Biz aydınlar eğer evrimin temel kitlelerle, işçi ve köylü kitleleri ile olacağına inanıyorsak özel hayatlarımızı ve kaderlerimizi de o sınıfla birleştirmeliyiz. Yani onlar gibi yaşamalı ve çalışmalıyız'dı." Gülay Göktürk de kampanya çerçevesinde önce Aksu İplik Fabrikası'nda işçi olarak çalışmaya başlar, ardından Tekfen Ampül Fabrikası'na geçer: "12 Mart geldi ve Safak Davası sanığı olarak gözaltına alındım. Sirkeci'deki Sansaryan Han'a götürüldüm." Gülay Hanım, burada bir ay kalacaktır: "Ben işkence görmedim ama her gece işkence sesi dinledik. O zamanki kocam dahil bütün arkadaşlarımı işkence yapılmış halde gördüm." Göktürk, buradaki bir ayın ardından Selimiye'ye götürülecektir. Selimiye'de onu hiç beklemediği bir kişi karşılayacaktır.

İlginç randevu!
Gülay Göktürk (Kurnaz), Osmanlı İmparatorluğu ile yaşıt denebilecek Bursa'nın Orhangazi ilçesinin Sölöz Köyü'nde ikamet eden bir aileye mensuptur. Büyükbabası, Hacıosmanoğulları'ndan Hafız Tahir genç yaşta vefat ettiği için büyükannesi Pembe Hanım dört çocuğunu tek başına büyütmek zorunda kalmıştır: "Babaannem anlatırdı, Yunanlılar gelince çocuklarını sırtına bağlayıp, dağlara kaçıp günlerce beklemişler." Çiftçilikle uğraşan ailede Emine, Hasan Hüseyin, Nuri ve Naciye arasından okuyan sadece Nuri olur. Gülay Hanım'ın da babası olan Nuri Kurnaz, bir akranı ile birlikte köyden okumak için çıkan ilk çocuk olur. Bursa Askeri Lisesi orta kısmının ardından Kuleli Askeri Lisesi, daha sonra da Harb Okulu'na giden Nuri Bey; ailesi Kafkaslar'dan Anadolu'ya gelen, baytar okulunda okurken 1. Dünya Savaşı'na katılan, ardından okulu bitirip Kurtuluş Savaşı'nda baytar olarak vazife alan Kadri Bey'le, Rumeli kökenli Nafiye Hanım'ın evliliğinden dünyaya gelen en büyük kızları Suzan Hanım'la (Kadri Beyin İlhan adında bir erkek ve Beyhan adında da bir kızı daha olur) evlendiğinde yıl 1945'tir. Çift, üç kız çocuğu getirir dünyaya. Yukarıda da bahsi geçen Tülay, Müfit Özdeş'le evlenir: "Müfit benim çok eski arkadaşımdı. Ben tanıştırdım onları." Çiftin üçüncü kızı Günay, evlenip ayrılır. İkinci çocukları olan Gülay doğduğunda aile Nişantaşı'nda oturmaktadır (1949). Küçüklüğü Diyarbakır, Erzurum, İzmit Derince'de geçen Gülay ilk eğitimine burada başlar: "Lise sona kadarki 11 yıl içinde sekiz okul değiştirdim." İlkokulu İzmit'te bitiren Gülay, orta okulu Bursa Kız Lisesi'nin orta kısmında, liseyi de Fatih kız Lisesi'nde okur. Gülay Göktürk'ün bu kadar çok dolaşmasının sebebi babasının orduda asker olmasıdır. Kıdemli Albay rütbesiyle ordudan emekli olan Nuri Bey, kızının Sansaryan Han'daki 30 günlük gözaltı süresi dolduktan sonra götürüleceği Selimiye'de nöbetçi subaydır: "Selimiye'de tutuklama mahkemesine çıkarılıp, tutuklandıktan sonra Ankara'ya gideceğiz. Selimiye'de Ulaştırma Şube Başkanı olan babam benim oraya getirileceğim günü hesaplamış, beni bekliyordu. Fakat benim babamın nöbetçi olduğundan haberim yoktu. Gittik, koridorun en ucunda baktım babam... Karşı karşıya geldik. Bana sadece bakmakla yetindi gitti."

Ailesinin tüm bu yaşadıklarına tepkisi ne olmuştu?
"Çok üzgündüler. Bir müddet sonra 'mümkün değil, kendini harcadı gidiyor' diye düşündüler. Toparlayabileceğim konusunda umutları da yoktu. Tabii çok acılar çekildi, böyle anlatmak kolay ama..."

Peki kendi çocuğu aynı durumda olsa idi ne yapardı? (Gülay Göktürk, bugün yayın—tasarım işi yapan, asıl mesleği mimarlık olmasına rağmen Aydınlık hareketi içinde Gülay Göktürk'le beraber mücadele vermiş olan Metin Göktürk ile evlidir (1979). Metin Göktürk, ziraat memuru Necmettin Bey'le cumhuriyetin ilk kadın öğretmenlerinden Fatma Hanım'ın Mete ve Mine adlı çocuklarının ortancasıdır. Çiftin, 12 Eylül'den bir ay sonra doğan Ali adında bir çocukları vardır.)

"İki itirazım olurdu. Bir tanesi fikri düzeyde. Bir çıkmaz yol olarak gördüğüm için her insana yapacağım gibi ikna etmeye, tartışmayla, kendimce yanlış olanı göstermeye çalışırdım. Bir de tabii oğlum olduğu için tehlikeden korumaya çalışırdım. İnsanların bir kısmı bu politik hareketten koptuktan sonra, birileri tarafından birşeyler yapmaya zorlanmış filan gibi hissediyor. Ben hiç bir zaman öyle hissetmedim. Bütün bu adımları kendi irademle attım. Böyle bir hayat yaşamayı kendim seçtim ama bunun yanlış olduğunu gördüğüm zaman da dışına çıktım. Bu tabii çok uzun, 15 yıl sürdü. Benim solcu, devrimci oluşum 66—67'lerden başlatırsanız, işte kopuşum da 82—83'ler filandır. Benim yaşamımın üzerinde mutlaka çok etkileri olmuştur. Başka türlü bir hayat yaşasa idim bugün başka türlü bir insan olurdum."

'Fadime dillerde, Fadime gönüllerde'
Gülay Hanım, tutuklanır ve Ankara'ya gönderilir. Baba Nuri Bey, kızının ziyaretine ancak altı ay üzerine gidebilecektir: "Bir veya iki kere gelebildi babam. Geldiğinde sivil giyinmişti. Hiç bir şey konuşamadık. Konuşmaya başlasak ağlayacak. Onun bunu kabullenmesi çok zordu." Göktürk, 2,5 yılın ardından 1974 affıyla hapisten çıkabilir ancak. Öğrenci affı da olur ama, üniversite eğitimi Gülay Göktürk'ün umurunda bile değildir: "Tekrar fabrikaya gittim ve işçi oldum." Önce Mısırlı Triko'da üç ay, ardından da Philips'de sekiz ay çalışır: "12 Mart döneminde parti ismiyle çalışıyordum. Ama burada adımla sanımla çalıştım. Önceki ismim Fadime Gök idi. Bana bir yerden bir hüviyet bulmuştular. Tekfen işçileri beni çok severlerdi. İşçi temsilcisi oldum orada. 'Fadime dillerde, Fadime gönüllerde' diye bir slogan yapmışlardı." Göktürk, bir yandan sol propaganda yaparken bir yandan da işçi sınıfının sendikal mücadelesine katılır burada. Aydınlık hareketi, en önemli düşman cephe olarak o zaman DİSK içindeki TKP cephesini gördüğünden, Gülay Göktürk de, Philips'de işçinin örgütlendiği DİSK'e bağlı Maden—İş Yönetimi'ne karşı muhalefet oluşturma çabası içinde bulunur. Ancak, sendikacıların patron aracılığıyla direkt baskı yapması neticesinde Gülay Göktürk buradaki işinden olur. Göktürk, bu dönemde işçi sınıfının yoğun olarak oturduğu İstanbul Çeliktepe, Gültepe, Sanayi Mahallesi gibi yerlerde Halkın Sesi gazetesini de dağıtmaktadır. Philips'den atıldıktan sonra Aydınlık hareketinin kurmuş olduğu semt derneklerinden Mecidiyeköy'deki derneği kuran Göktürk, 1977'ye kadar burada bulunur. Bu tarihte ise, daha sonra Türk basınında provokatif yayınları ile tanınacak Aydınlık gazetesi yayın hayatına başlayacaktır. Göktürk de, daha önce Halkın Sesi gazetesine birkaç yazı gönderdiğinden Aydınlık'ı kuracaklar tarafından gazeteye çağrılır: "O zaman biz çok fena hedeftik. Bir Apo'culuk çıkmış, Apocular'ın hedefi idik. Onların ilk öldürdüklerinden biri bizim Aydınlık muhabiri idi." Göktürk, Aydınlık'ta işçi sınıfı sayfasının sorumluluğunun yanında Örs ve Çekiç adlı bir köşenin de yazarıdır. Ve 12 Eylül...: "12 Eylül'de bizim hareket doğrusu resmen hedef alınmadı. Hakkımızda tutuklama kararı filan çıkmadı. 12 Eylül'le birlikte Aydınlık kapatıldı ve biz eşimle beraber işsiz kaldık."

Hareket Aydınlık'tan sonra, 1981'in hemen başlarında onun yerine haftalık Yeni Ufuklar adıyla yeni bir yayın çıkarmaya karar verir. Ancak hareket, öylesine kritik bir dönemde buna sahip bulmakta zorlanmaktadır. Çünkü yayının kapatılacağı ve sahipleri ile yöneticilerinin 12 Eylül rejimi tarafından göz altına alınacağına kesin gözüyle bakılmaktadır: "Çeşitli kişiler böyle bir dönemde biz böyle bir şey istemiyoruz dediler." Bu aylarda Gülay Göktürk'ün de içinde bulunduğu bir grup kendi arasında çok ciddi bir tartışma içindedir. Lenin'in proleter diktatörlüğü demokrasi ile ne kadar bağdaşır? Leninizm Stalinizm'in ne kadar devamı vs... 12 Eylül de hareket için bu durumu hızlandıran bir süreç olmuştur: "Öncelikle Metin de ben de bu tartışmayı Aydınlık hareketi içinde yürütmeyi ve Aydınlık hareketinde bir demokratikleşme yaratmayı umuyorduk. Bunun için uğraştık, metinler yazdık. Bu dönemde Yeni Ufuklar için bana teklif geldiği zaman da, işte 'darbe koşullarında korktu da fikir ayrılıkları buluyor' denmesin diye o görevi kabul ettim. Her dakika kapatılmayı ve göz altına alınmayı bekleyerek... Ve dört ay sonra kapatıldık. Tartışmalar da bir işe yaramadı ve biz hareketin dışına çıkmak durumunda kaldık." İşlerini de kaybeden çift, böylece ilk defa örgütlü bir yaşamın içinden çıkmış olur: "Ne iş yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Eşim aynı zamanda mimardı. O mimar olarak iş aramaya başladı, ben de açıkçası mesleksizdim. ODTÜ'yü yarım bırakmış, sonra fabrikalarda çalışmış, derneklerde bulunmuşum. 2,5 sene de Aydınlık'ta bölüm yönetmişim. O yüzden kendi kendime, iyi yaptığımı düşündüğümden gazeteci olarak iş aramaya başlayayım dedim." Gülay Göktürk bir süre işsiz kaldıktan sonra Güneş'te çalışmaya başlar: "Eski davalarımdan biri nedeniyle oradan atıldım." Ardından Günaydın: "Üç ay sonra bu eski solcudur diye bir ihbar oldu. Oradan da atıldık. Herkes beni Mao'cu olarak biliyordu." Aydınlar davasının da gündemde olduğu o yıllarda, bu özellikleri onun bir işyerinde tutunması için engel sebeptir. Göktürk, aramalarına rağmen iş bulamayınca artık medyadan ümidi keser ve İngilizce bilen bir sekreter olarak medya dışındaki bir işe girer. İşe başladığının ilk günü Haluk Şahin'den bir telefon gelir: "Bursa'da TİP'in kurucusu olan akrabalarım vardı demiştim. Onlardan bir tanesi Haluk Şahin'in arkadaşı idi." Göktürk, önceki tecrübeleri Babıali tarafından hiçe sayılarak Nokta'da stajyer muhabirlikle gazeteciliğe dönüş yapar. Nokta'dan ayrılacağı zamanda da genel yayın yönetmen yardımcısıdır: "Kendim ayrıldım. Hem Nokta'nın tadı kalmamıştı, hem de Asil Nadir'e satılmıştı." Bu sefer Gelişim Yayınları'nın sahibi Ercan Arıklı, Aktüel'i çıkaracağı 1990'da Gülay Göktürk'e bir teklif götürür. Bir yılı genel yayın yönetmen yardımcısı bir yılı da genel yayın yönetmeni olarak Aktüel'de çalışan Göktürk, ardından eşi Metin Göktürk'le birlikte televizyon programı üretip satmak amacıyla da Aktüel'den ayrılır. Fakat televizyon işi gerçekleşmez. 1994 sonuna gelindiğinde Dinç Bilgin Yeni Yüzyıl gazetesini çıkarmaya karar verir. Göktürk de burada köşe yazarıdır artık. Yeni Yüzyıl kapanınca da macera Sabah'ta devam eder: "Beni taşımanın zorluklarını zaman zaman yaşamışlardır mutlaka. Ama bunun bir zorluğu varsa avantajı da var ki taşımaya devam etmeyi tercih ettiler."

Gördüğünüz gibi Gülay Göktürk de, Cengiz Çandar, Fehmi Koru, Şahin Alpay gibi, basında eskiden var olan, fakat uzun yıllar darbe ve benzeri oluşumlarla unutturulan liberaleleşme çizgisinin yeniden oluşmasına katkı sağlayan önemli kalemlerden biri olarak Türk basını içinde yerini hakkıyla almış birisidir artık.




HABER

Gülay Göktürk Bugün'den ayrıldı
10 Eylül 2014

Bugün gazetesi köşe yazarı Gülay Göktürk veda yazısıyla yazılarına son verdi.

Gazete yönetiminden çok farklı düşünen ve bu minvalde yazılar kaleme alan Gülay Göktürk Bugün gazetesine veda etti.

17 ve 25 Aralık darbe girişimlerini eleştiren ve hükümeti yanında yer alan tecrübeli gazetecinin uzun zamandır bu kararı alması bekleniyordu.

İşte Gülay Göktürk'ün veda yazısı:

36 yıllık gazetecilik yaşamımın yeni bir dönüm noktasındayım. 10 yılı aşkın bir süredir yazdığım gazeteye ve siz okurlarıma veda etme günü geldi.

2003 yılının başında Merkez Medya’dan buraya, Tercüman’ın “ikinci doğum”una katkıda bulunmak için gelmiştim. Yeni Tercüman, 60’lı, 70’li yılların Tercüman’ının taşıdığı zaaflardan büyük ölçüde kurtulmuş, çok daha liberalleşmiş bir gazete olacaktı.

"Sağ sol dışında eksenler aramamız lazım"

Bu benim için büyük bir meydan okumaydı.

Tanıdıklarım, dostlarım Tercüman’da bulunuşumu geçmişime ve kökenime yakıştıramıyor; “O sağcı gazetede ne işin var” diyorlardı. Oysa ben yıllardır “sağ/sol” kavramlarının alt üst olduğu bir tarihsel döneme tanıklık ettiğimizi; siyasi saflaşmanın gerçek ekseninin farklı yerlerden geçtiğini yazıp duruyordum. Değişimci olduğu söylenen “sol”un statükoyla bütünleştiği buna karşılık “sağ”ın statükoyu zorladığı bir ortamda olan biteni anlayabilmek için sağ/sol dışında başka eksenler aramamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordum.

Ortak payda: Özgürlük ve demokrasiydi

28 Şubat’ta yaşananlar eski saflaşmanın sahteliğini en kör gözlerin bile görebileceği bir açıklıkla ortaya sermişti. O vakte kadar ilericiliği kimselere bırakmayan nice insan, demokrasinin Sırat köprüsünden paldır küldür aşağı yuvarlanırken, köprünün üstünde kalmayı başaranlar geçmişteki önyargılarından kurtulup çok önemli bir ortak paydada birleştiklerinin farkına vardılar.

Vesayet rejiminin yıkılışına katkıda bulunduk

Bu ortak payda özgürlük ve demokrasiydi… Oluşan bu ortak platform, Türkiye’nin çarpık sağ/sol saflaşmasından kurtulup demokrasi ve özgürlüklere karşı tutum temelinde yeni ve doğru bir saflaşma yaratmasına katkıda bulunabilirdi.

Nitekim öyle oldu… Tercüman’ın adı değişti, sahibi değişti ama biz 10 yıl boyunca BUGÜN’ü çıkaran arkadaşlarla uyum içinde bu yeni platformu inşa etmeye çalıştık. Vesayet rejiminin yıkılışına, eski rejimin mağdurlarının, aşağılananlarının, kenara itilenlerinin çevreden merkeze doğru yürüyüşlerine birlikte tanıklık ettik ve katkıda bulunduk.

Ama ne yazık ki yollarımız bir noktada ayrıldı.

Adacığa tahammül edemezler

X x x

“Her köşe yazarı çalıştığı gazetenin editorial çizgisi ile uyumlu olmayı tercih eder. Bu hem gazete yönetimi için hem de o yazar için arzu edilendir. Ama bu kontrol edilebilir bir durum değildir, böyle bir lükse her zaman sahip olunamaz. Gazetenin editorial politikası değişir, yazarın görüşleri değişir, siyasetin rengi, yapısı değişir ve her değişiklikle birlikte “köşeciler”in yazı hayatı da değişir. Bazen yazdığınız gazetenin içinde kendi adacığınızı oluşturmanıza tolerans gösterilir ve orada kendi doğrularınızı yazmaya devam edersiniz; bazen o adacık size dar gelir, boğulur, kendiniz çeker gidersiniz; bazen de özel adacıklara tahammül edilemez olur, gönderilirsiniz” diye yazmıştım bir yıl kadar önce.

"Verdiğim rahatsızlığın farkındayım"

Benim durumumu, sıkıştığım adacığın içinde boğulmak olarak görebilirsiniz. Ayrıca hem BUGÜN okurlarının bir kesimine hem de gazete yönetimine verdiğim rahatsızlığın da farkındayım.

O yüzden gidiyorum…

10 yıldır bu gazetede çıkan yazılarımın tek bir kelimesine bile dokunulmadı. Bunun için hem Genel Yayın Yönetmeni Erhan Başyurt’a hem de Sayın Akın İpek’e teşekkür ediyorum.

Hoşçakalın.







www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)