Emine Uşaklıgil
gazeteci, yazar


Halit Ziya Uşaklıgil'in torunu



Fransa’da Vichy kentinde doğdu. Kopenhag, Kahire, Washington ve Paris'te görev yapan büyükelçi Bülent Uşaklıgil'in kızı. Paris Institut d’Etudes Politiques’i bitirdi. 1975 yılında Ayrıntılı Haber gazetesinde gazeteciliğe başladı. 1977 yılından sonra Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Cumhuriyet ve IBS’de yöneticilik yaptı. Onat Kutlar ile birlikte film yapımcılığı denemesi oldu. Alkazar Sineması işletmeciliği ve simultane tercümanlık yaptı. Ege’de zeytincilik yapıyor. Bir süre Yeni Yüzyıl gazetesinde yazdı. Bir araştırma ve danışmanlık şirketinde yönetim kurulu üyeliği yaptı. NTV'nin internet sayfasında yazıyor. Helsinki Yurttaşlar Derneği üyesi.

Evlilikleri

Emine Uşaklıgil’in ilk eşi Hanzade Sultan’ın oğlu Mısır Prensi Ahmet İbrahim, ikinci eşi ise Asaf Savaş Akad’tı. 20 yılı aşkın süredir de İngiliz gazeteci, danışman David Tonge ile birlikte.

ESERLERİ:
1.Modernleşme ve Çokkültürlülük
Emine Uşaklıgil
İstanbul 2001
İletişim Yayınları
ISBN 978-975-470-947-6

Dünyanın gidişi, milliyetçiliğin yükselmesi, kimlik politikaları ve öteki sorunu uzun zamandır süren tartışmaların merkezinde yer alıyor. Kimlik politikalarının birbiriyle çatıştığı ortamlarda birarada yaşamak, ötekileştirmeden yaşamak veya yaşamak üzere politika üretmek anlamlı bir hale geliyor.

2.Benim Cumhuriyet`im
Emine Uşaklıgil
Everest Yayınları
ISBN: 9789752898509

Halid Ziya Uşaklıgil ile Yunus Nadi`nin torunu olan ve gazeteyi 13 yıl yöneten Emine Uşaklıgil`den Cumhuriyet`e içerden cesur bir bakış...
Benim Cumhuriyet`im bir ailenin, bir gazetenin ve basın dünyasında bir kadının birlikte akan öyküleriyle Türkiye`nin yakın tarihine içeriden bir bakış... Bu bakış matbuat tarihimize ve matbuatımızın önemli gazetecilerine aydınlatıcı bir ışık tutuyor.

Cumhuriyet gazetesi yakın dönem siyasi tarihimizin en önemli ayaklarından birisidir. Kurulduğu günden beri sadece bir gazete olmakla yetinemeyecek kadar sorumluluk üstlenmiş, Türkiye Cumhuriyeti`nin geçirdiği tüm dönüşümlerde yadsınamayacak roller almış, "kurucu kadronun kurucu gazetesi olma" kimliğini yitirmemeye çalışmıştır.

Unutulmamalıdır ki her gazetenin olduğu gibi, Cumhuriyet gazetesinin de tarihi, kurucularının, sahiplerinin, çalışanlarının, yazarlarının, muhabirlerinin ve okurlarının olduğu kadar bir büyük ailenin de tarihidir. Emine Uşaklıgil bu büyük ailenin hikâyesini, her iki anlamını da taşıyarak, kahramanı kâh Yunus Nadi, kâh gazete, kâh ailesi, kâh Osmanlı, kâh Türkiye Cumhuriyeti, kâh kendisi olan bir kitapla anlattı.

Gelgelelim on beş yıl boyunca Cumhuriyet gazetesinde yöneticilik yaptıktan sonra bu görevini hem aile içi hem kuşaklar arası yıkıcı bir iktidar kavgası sonucu bırakan Emine Uşaklıgil`in hayalindeki gazete ise bambaşkaydı:
"Oysa benim düşlediğim Cumhuriyet, öyle bir gazete olacaktı ki, basına damga vuracaktı. Çoğulculuğu savunacaktı. Çocuklara dünyaya gelmiş olmaktan pişman olmayacakları bir dünyanın mümkün olduğunu anlatacaktı. Sürdürülebilir ekonomiye ve çevreye önem verecekti. Dünyanın yaşanabilir bir yer olabileceğini, bu konuda bir şeyler yapmanın mümkün olduğunu hatırlatacaktı. İktidar odaklarına karşı eşit uzaklıkta duracak, kamunun, toplumun, yurttaşın tarafını tutacaktı."
Emine Uşaklıgil





HAKKINDA YAZILANLAR

Emine Uşaklıgil’in Cumhuriyet’i...
Metin Münir
Milliyet
14 Nisan 2011

Ankara’daki öğrencilik ve ilk gazetecilik yıllarımda Cumhuriyet Türkiye’nin Le Monde veya New York Times olmaya aday tek gazetesiydi. Ağır ve saygındı. Etkili yazarları vardı. Gazetede uzun yıllar çizen Ali Ulvi belki de Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi karikatüristi idi. Ama uzun soluklu olamadı. Gazete sahibi Nadi ailesi birbirine girdi, ardından gazetede egemenlik kurmak isteyen iki düşman kamp. Dostoyevski romanlarını gölgede bırakacak acılı bir süreçte gazete aileyi, aile gazeteyi yok etti.

Cumhuriyet 1990’larda iflas etti. İç savaşın galibi İlhan Selçuk’un yönetimine geçti, önemsizleşti ve öyle kaldı. Tirajı yarılanıp altmış binlere düştü, sonra onun da yarısına indi. “Küçük olsun benim olsuncular” kazanmıştı.

Cumhuriyet’te sorunlar gazeteyi 1924’te kuran Yunus Nadi’nin (1870-1945) ölümü ile başladı. Hisseler Yunus’un despot eşi Nazime ile beş çocuğuna kaldı. Gazetenin yönetimi ise Emine Uşaklıgil’in “evladı azam” diye tarif ettiği, isteksiz gazeteci Nadir Nadi’ye (1908-1991) geçti.

Nadir, babası gibi “mücadele ve kavga adamı” değildi ve gazeteciliği de sevmiyordu. “Sakin bir köşede Mozart’la beraber olmayı, Paris’te sonbahar yapraklarına basarak dolaşmayı hiçbir şeye değişmem” diyordu.

Önemli kararları annesi Nazime, o öldükten sonra eşi Berin almaya başladı. Nazime’nin demir bilekle idare ettiği aile mutlu bir aile değildi. Yetenekli bir gazeteci olan Doğan Nadi kendini içkiye verdi ve genç yaşta kanserden öldü. Kızlardan biri akciğer kanserinden tedavi gördüğü halde sigara içmeye devam etti ve yanlışlıkla naylon geceliğini tutuşturunca yanarak öldü.

İhtiyaç var ama çok uzağız...
Nazime son üç yılını yatalak, acı içinde geçirdi. Ölümünden hemen sonra, damadı Niyazi Nun dolabındaki elbiseler dahil evindeki eşyalarını haraç mezat sattırdı.

Leyla Uşaklıgil’in anne tarafından dedesi Cumhuriyet’in kurucusu olan Yunus Nadi, baba tarafından Aşk-ı Memnu’nun yazarı Halid Ziya Uşaklıgil’dir. Kendini “kızın kızı” olarak tarif eden romancı değil gazeteci dedesine çekti. Cumhuriyet’in Cumhuriyet olduğu son yıllarda gazetede müessese müdürü oldu. Girişimi önce başarılı oldu. Satışlar 120 bini aştı, gelir arttı. Ama darbe, devalüasyon, İlhan Selçuk’un başını çektiği hizipin tuzakları ve en önemlisi, ailenin ona arka çıkmaması hızını kesti.

Cumhuriyet’te iç kavgayı İlhan Selçuk ve destekleyicileri Atatürkçülerle Emine’nin başını seçtiği “özel sektörcüler” arasındaki bir çekişme olarak sunmayı başardı. Aslında çekişme “Darbeleri hoş gören ve hatta destekleyen, demokrasiye giden yolun darbelerden geçtiğine inanan” yaşlı hizip ile genç ve modern ekip arasındaydı.

O dönem gazetenin genel yayın yönetmeni Hasan Cemal, Emine ve Okay Gönensin’le birlikte reform hareketinin içindeydi. Ama daha devletçilikten ve resmi ideolojiden kopamamıştı. Kavga başlayınca kararsızlaştı. Vaktini daha çok gazete içi dedikodulara ve kendi yazılarına harcıyordu. İlk fırsatta gemiyi terk edip Sabah’a geçti.
Benim Cumhuriyetim adlı kitapta Emine bu dramatik öyküyü “elden bırakılamaz” bir stilde anlatıyor. “Benim hedeflediğim Cumhuriyet açık bir toplumu savunan bir Cumhuriyet idi” diyor Emine. “Bu Cumhuriyet insanların fakirlikten ezilmesine, kimlikleri nedeniyle horlanmasına, çevrenin hoyratça tüketilmesine karşı dururdu. Özgür düşünceyi savunurdu. Hukuk dışı uygulamaların takipçisi olurdu. Ve her şeyden önce asla gazete olduğunu unutmazdı.”

Böyle bir gazeteye bugün her zamankinden çok ihtiyacımız var. Ve böyle bir gazeteden en çok bugün uzağız.



En hakikî üçüncü Cumhuriyet’çi
Cemal A. Kalyoncu
Aksiyon 25 Kasım 2000

Bir taraftan Türk basını deyince akla gelen ailelerden olan Abalıoğlu Yunus Nadi'nin, diğer taraftan da ünlü edebiyatçımız Halid Ziya Uşaklıgil'in torunu olan Emine Uşaklıgil, 1991'de Cumhuriyet'te yaşanan kırılmanın da en yakın tanıklarından biridir

Annemin babası daha evvel vefat etti, onu hiç tanımadım. Diğer büyükbabamı tanıdım ama çok küçüktüm. Babaannem ile anneannem ise onlardan daha sonra vefat etti. Ama yine de uzun yıllar oldu. Şimdi ne kadar pişmanlık duyduğumu anlatmam imkansız. Pişmanlığımın sebebi, daha önce onların hikâyelerini dinlememem. Rivâyete göre Konya'dan gelmiş bizimkiler, o kadar. Gerisi yok. Şimdi araştırmaya kalksam bile, bizimkiler hakkındaki bilgilere ulaşmam Emine Uşaklıgil kadar kolay olmasa gerek. "Geçmiş hakkında çok az bilgim olduğunu itiraf etmem lazım." Bu Emine Uşaklıgil'in sözü: "Fakat Halid Ziya dedem tarafından eskilere dayanan bir soyağacı ortaya çıkmış durumda. Aslı kayboldu, yeni baştan oluşturuldu fakat şu an bende henüz yok, bir akrabamızda." Dedim ya, benim pişmanlığımın artık faydası yok. Fakat Emine Hanım böyle bir şansa hâlâ sahip.

Emine Uşaklıgil, Türk basını deyince akla gelen bir aileden, Cumhuriyet gazetesini kuranların torunu. Babasının tarafı da ünlü edebiyatçımız Halid Ziya Uşaklıgil'in soyuna dayanıyor Emine Hanım'ın. Yani Halid Ziya'nın 'öz' torunu. Emine Hanım'ı biraz Günaydın'dan, daha çok da Cumhuriyet'ten tanıyoruz. Şimdilerde ise IBS Danışmanlık ve Araştırma Şirketi Yönetim Kurulu üyeliğinin yanında internette NTV—MSMBC'deki yazılarından biliyoruz.

Emine Hanım baba tarafından Aşk—ı Memnû'nun yazarı Halid Ziya Uşaklıgil'in torunudur. Halid Ziya Uşaklıgil ile Atatürk'ün eski eşi Latife Hanım'ın (Latife Uşaklı'nın diğer kızkardeşi Vecihe Hanım da Osmanlı'nın son seraskeri Müşir Mehmet Rıza Paşa'nın oğlu Süreyya İlmen'le evlenir. Onun işadamı oğlu Erdem İlmen ise İsmet İnönü'nün yeğeni —kardeşinin çocuğu— Mutlu Temelli ile birleştirir hayatını. Süreyya İlmen'in İngiltere'de tekstil işi yapan torunu Birgül İlmen ise, eski cumhurbaşkanlarından Fahri Korutürk'ün eşi Emel Hanım'ın yeğeni ekonomist Ömer Aral'la evlenir) babası Muammer Bey kardeş çocuklarıdır. Halid Ziya Uşaklıgil, Meclis—i Ayan Reisi Emin Ali Efendi'nin Boşnak kökenli Fahriye Hanım'la evliliğinden doğan Memnune Hanım'la evlenir. Çiftin bu evliliklerinden Vedide, Bihin, Güzin, Sadun, Vedat, Bülent adında çocukları olur. Vedide, Güzin ve Sadun erken yaşta vefat eder. Emine Hanım'ın da babası olan Bülent Uşaklıgil hariciyeci olmayı koyar kafasına. Olur da. Bülent Bey, 1933'te Abalioğulları'nın kızı Leyla Hanım'la evlenir ve eşiyle birlikte Fethi Okyar'ın Büyükelçi olduğu Londra'ya gider.

Nadi ve Uşaklıgil

Leyla Hanım, çiftçi Abalıoğlu ailesinden bir ara tapuda çalışan Fethiyeli Abalızade Halil Efendi'nin Ali, Sadık, Ömer, Abdullah, Gülsüm, Mehmet Yunus Nadi adındaki çocuklarından en sonuncusunun kızıdır. Atatürk'ün emri ile Cumhuriyet gazetesini kuran Yunus Nadi'nin hayat hikâyesi biraz da Türk basın tarihinin hikâyesidir aslında. 1879'da Fethiye'de doğan İttihatçı ve milliyetçi Yunus Nadi, —öncesinde de başka gazetelerde çalışır fakat— 1920'lerde Yeni Gün gazetesini çıkarır. Atatürk'ün teklifi ile Hakimiyet'i Milliye ile Yeni Gün'ü birleştirerek İttihat Terakki'nin binasında 1924'te Cumhuriyet adıyla yayınlamaya başlar. Leyla Hanım, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman yanlısı yayınlarından dolayı da 'Yunus Nazi' olarak lakap takılan işte bu Yunus Nadi'nin, kökeni bir şekilde İsfendiyaroğulları'na dayanan Nazime Hanım'la evliliğinden olan dört çocuğundan ikincisidir. Nazime—Yunus Nadi çiftinin ilk çocukları Nadir Nadi (Berin Nadi ile evlenir) Cumhuriyet'in bir numaralı hakimi olarak tanınır. 1969'da vefat eden küçük oğlu Doğan'ın (Mary Elizabeth ile evli idi. Suzan ve Mina adında iki çocuğu oldu.) dışında çiftin son çocukları olan Nilüfer Hanım avukat Niyazi Nun'la evlenir (Onlar da iki çocuk sahibidir: Lâle ve Ali).

Fransız ekolünden

Leyla—Bülent Uşaklıgil çifti Fransa'ya geçtiklerinde ikinci çocukları Emine (birincisi Zeynep, Türkiye'de doğar. Amerikalı Homer Lange ile evlidir.) dünyaya gelir. Küçük Emine Türkiye'ye ilk defa henüz birkaç aylık iken gelir: "Döndüğümde hem annemin babası hem de babamın babası yeni vefat etmişti. Onun için oldukça hüzünlü bir atmosfer söz konusu. Ankara'da oturduğumuz ev de bugünkü İsrail sefaretinin binası idi. Büyük bir bahçe içinde ve güzel bir ev." Emine, bilinçlenmeye başladığında yine yurtdışında bulur kendisini. Bülent Uşaklıgil, bu sefer büyükelçidir. 1950'de aile Kopenhag'a gider: "Türkiye'den tekrar ayrıldığımızda henüz okula başlayacak yaşta değildim. Onun için Danimarka'da başlıyorum ilkokula. Oradaki en iyi okul, anne ve babamın kafasına göre Fransız okulu olduğu için hasbel kader Fransız sistemi içinde okudum, orta, lise ve üniversiteyi." Henüz onbir yaşlarında iken diplomat olan babası ile politika sohbetleri yapan birisi olan Emine, orta okul öğrencisi iken okuldan uzaklaştırılır: "Danimarka'da bir rahibe okulu idi. Sevmediler herhalde. Babama birgün okuldan bir telefon geldi. Ben bekliyordum da biraz. Telefonda 'Biz bu çocuğu artık istemiyoruz' dediler. Herşeye cevap verir, tartışırdım. Sonuçta babam, verebileceği en büyük cezayı verdi, hiç bir şey söylemedi." Fakat Bülent Uşaklıgil, kızının eğitimi için başka bir okul düşünmediğinden kızına mektupla eğitim aldırır. Bu ceza bir yıl sürecektir: "1960 senesinde babam Kahire'ye büyükelçi olarak atanınca bayram ettim. Dört duvar arasından kurtulacaktım çünkü."

Tipik bir diplomat ailesi hayatı süren Emine de dolayısıyla, Türkiye'nin geçirdiği tarihi dönemeçleri babası vasıtasıyla yaşar. Türkiye çok partili sisteme geçmiş, 6—7 Eylül olayları yaşanmış ve en önemlisi de Türkiye'de bir askeri ihtilal vuku bulmuştur. İhtilalden hemen sonra Bülent Uşaklıgil, Washington'a büyükelçi atanır: "Babam bu kırılmaları yaşayan bir ülkeyi temsil eden bir diplomat olduğuna göre bunları çok yakından yaşamamak mümkün değil. Menderes, Fatin Rüştü ve Hasan Polatkan asıldı. O tarihte Washington Büyükelçisi babam. Amerikan yönetimi Menderes'in asılmaması için büyük bir çaba harcıyor. Menderes asıldığında babam bir kalp krizi geçiriyor." Babası diplomat, dayıları da Cumhuriyet gazetesinin sahibi olmasına rağmen Emine Hanım ne diplomasi ne de gazetecilik eğitimi almayı düşünür; o, sinema üzerine eğitim yapmayı istemektedir: "Ben aslında sinemayı düşünüyordum. Ama her zaman... Neyse o konuya girmeyi düşünmüyorum. Siyasalın sınavı daha erkendi. Sınav çok zordu ve katılanların dörtte birini alıyorlardı okula. Babam dedi ki, 'Gir.' Kazanmak için çok çaba harcadığım söylenemez. Ve kazandım." Emine Uşaklıgil, Paris Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisidir artık: "İlginç ve hareketli yıllar. Sinema arada bir depreşti, Cumhuriyet gazetesi öncesinde ve sonrasında."

Oktay Akbal: Yeğenin niye Cumhuriyet'te değil?
Emine Uşaklıgil, Türkiye'ye geldiğinde yıl 1966'dır: "1967'de Cumhuriyet'te çalışmaya başladım. Muhasebede bir süre kaldıktan sonra dış haberler servisinde çalıştım." Mehmet Barlas'ın başında bulunduğu dış haberler servisinde Ergun Balcı ile birlikte üç kişidirler. 1969'a gelindiğinde Emine Uşaklıgil, —daha sonra ikincisi de olacaktır— ilk evliliğini yapar: "Evlilikleri konuşmuyoruz. Çok sıkıcı. İki kere evlendi, iki kere boşandı ve adlarını anmıyor. Şimdi de çok mutlu bir beraberliği var deyin. Nokta." Uşaklıgil, evlendikten sonra bir süre gazetecilikten uzak kalır. Daha doğrusu zorunda kalır: "Ona gelmek istiyorsanız, çok hafif bir küsme var. Şöyle ki. Ben evlendiğim dönemde diyorum ki; 'Bir süre için part time çalışabilir miyim?' 'Hayır' cevabını alınca, 'Madem öyle..' diyorum ve ayrılıyorum." Emine Uşaklıgil, 1977'ye kadar gazeteciliğe dönmez. Simultane çeviri yapar. Tekrar gazeteciliğe dönüş yaptığında bu kurum, annesinin yönetim kurulu üyesi olduğu ve hissesi bulunduğu Cumhuriyet'te değil, Günaydın grubunda çıkan Ayrıntılı Haber gazetesi olacaktır. Peki neden Cumhuriyet değil de Günaydın gazetesi?: "Çok basit. Çünkü Cumhuriyet bana iş teklif etmiyor. Ordan büyük bir istek görmüyorum. Ben de kapılarına dayanmıyorum." Uşaklıgil, yaklaşık iki yıl yayın yapan Ayrıntılı Haber'de bir yıl kadar çalışır: "Cumhuriyet gazetesinde Oktay Akbal diyor ki Nadir Nadi'ye, 'Yeğenin orada. Neden orada da burada değil?' O nedenle gel diyorlar." O tarihte Sadun Tanju müessese müdürü, Oktay Kurtböke Genel Yayın Müdürü'dür. Sadun Tanju, Cumhuriyet'te bir halkla ilişkiler bölümü kurmak istemektedir. Emine Hanım'ı da orada görevlendirir. Uşaklıgil, bir yıl da burada çalıştıktan sonra tekrar dış haberler servisine geçer. Emine Uşaklıgil'in dışında serviste Meral Tamer, Ergun Balcı, Harun Karadeniz'in eşi Hülya Karadeniz de vardır. Oktay Kurtböke ile Sadun Tanju arasında bir gerilim yaşanır ve Tanju gazeteden ayrılır: "1979'un başları falan. O ara Cumhuriyet'in durumuna bakıyorum ve kaygılanıyorum. Annem yönetim kurulunda ve gazetenin ortağı. Dolayısıyla bilançoları inceliyorum ve hiç hoşuma gitmiyor. Bu gazete bu şekilde yaşayamayacak. Elimde minik bir rapor ve Nadir Nadi'ye gidiyorum. Şunlar şunlar yapılmasa bu gazetenin yaşaması çok zor diyorum. Sadun Tanju da ayrılmış olduğu için bana 'Sen müessese müdürü mü olmak istiyorsun?' diyor. Ben de asla böyle bir şey istemediğimi, gazeteci olarak kalmak istediğimi fakat o işi yapacak benden daha iyi bir kişinin o an olmadığını söylüyorum. Ve beni müessese müdürlüğüne getiriyor." Fakat işin rengi daha sonra belli olur: "Sonradan anladım ki kendisinin hiç ciddiye almadığı ve temizlik işleri ile eşit gördüğü bir makama atadı beni." Bu arada Oktay Kurtböke de ayrılmıştır gazeteden. Yerine, gazeteyi Özallı yıllarda sırtlayacak olan genç bir isim gelir, Hasan Cemal'dir yeni yayın müdürü: "Ekip gençleşiyor ve gazetenin teknolojisinin tamamen değişmesine karar veriliyor. Programlar yapılıyor ve kredi ayarlanıyor." Türkiye'nin en uzun süre yayında kalan gazetesi yeni teknoloji ile normal ebatlarda çıkmaya başlar. Nadir Nadi de bu genç ekibi desteklemektedir: "Orada bu ekip çalışmasını görmek mi onu rahatlattı bilmiyorum, Nadir Nadi de değişimi destekledi." Fakat o sırada hesapta olmayan bir gelişme olur. Tarihler 12 Eylül 1980'i göstermektedir: "Akreditif açıldığı gün gazete sıkıyönetim tarafından süresiz —bir ay sürdü— kapatıldı. Bu çok büyük zarara yol açtı tabii. Nadir Nadi de sürekli mahkemelere gidip geliyor. Gazetenin bu şartlara dayanıp dayanmayacağı belli değil." Fakat Cumhuriyet o dönemde bile kendisine bir ortak arayışında olmaz: "O dönemde Cumhuriyet kesinlikle bağımsızlığını çok önemsiyor." Uşaklıgil, Cumhuriyet'i yeni baştan yapılandırma sürecinde 1992 yılına kadar gazetede kalır. Bu sürede gazetenin reklam gelirleri büyük ölçüde artar, gazetenin satışı 130 binlere ulaşır. 1991'de İlhan Selçuk'un başını çektiği olaylar patlak verir. Osman Ulagay, 1991 seçimlerinde DYP—ANAP koalisyonu önerdiği için DYP—SHP koalisyonunu isteyen İlhan Selçuk tarafından çok sert bir şekilde eleştirilir.

Kuşak, iktidar ve aile kavgası

Emine Uşaklıgil de gazeteden uzaklaşır. Uşaklıgil'e göre Nadir Nadi'nin ölümünden sonra vuku bulan 1992 olaylarını üç düzeyde değerlendirmek mümkündür: "Kuşak kavgası, iktidar kavgası, aile kavgası." Emine Hanım olayların en yakın tanığı olmasına rağmen bu konularda bugün hiç konuşmak istememektedir: "Benden o olayla ilgili onun dışında hiç bir şey alamazsınız. Kesinlikle konuşmuyorum. Ben şapkamı aldım ve çıktım ve hiç geriye bakmadım. Cumhuriyet Matbaacılık iflas etti, gerisini onlara sorun. Annem vakfın kurucularından. Onun için birşey söylemek istemiyorum. 1992'de çok ciddi bir kırılma yaşandı, yaşanmaması gerekirdi. Sonradan okur kavgaya ortak edildi ve gazete bir daha hiç bir zaman toparlanamadı."

Aile dramı

Israrlarımıza rağmen Emine Hanım hâlâ susmayı ve bu konuda açıklayıcı bilgi vermemeyi tercih etmektedir: "Ben o dönemi ne büyütmek ne de küçültmek istiyorum. Cumhuriyet'in başına herhangi birşey gelmesi beni hiç bir şekilde tatmin etmez, aksine kahreder. Ama geriye dönüp bakmıyorum. Gördüğünüz gibi kendime başka bir hayat kurdum. Şunu da söylemem gerekir ki bu bir dram. Profesyonel meslekî bir dram. Kesinlikle bir aile dramı. Çünkü ben uzun bir süre annemle, ana—kız arasındaki ilişkide çok mesafeli oldum. Hiç ayrıntıya girmek istemiyorum. Bu arada küçük bir not. Ben hissedarım ama miras yoluyla değil. Cumhuriyet gazetesine yatırım yapıp, başka bir aile ferdinden hisse satın alan tek kişi benim. Olaya daha aktif bir şekilde katılarak yaklaştığımı buradan ölçebilirsiniz."

Cumhuriyet'ten ayrıldıktan sonra Onat Kutlar, Hasan Karabey ve Osman Kavala ile birlikte İFA(İstanbul Film Ajansı)'na katılarak depreşen sinema hevesini yatıştırmaya çalışan Emine Hanım, bir süre hem film dağıtımı yapar hem de Alkazar Sineması'nı işletir. Daha sonra Yeni Yüzyıl'daki yazıları ile basına tekrar dönen Emine Uşaklıgil, devam ettirdiği gazeteciliğini bugün de internette sürdürmektedir. Helsinki Yurttaşlar Derneği üyesi olan Uşaklıgil, rüzgar sörfünün yanında bahçe işleri ile de uğraşmaktan hoşlanmaktadır. Emine Hanım, babası Bülent Uşaklıgil'in dışında halası Bihin Hanım, Cumhuriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Üyesi ve Hukuk Müşaviri Nihat Türel ile Yönetim Kurulu Başkan Vekili Reşat Atabek'in üzerindeki emeklerini unutmuş değildir.

Siz siz olun, çok geç kalmadan eskilere bir mikrofon tutun. Benden söylemesi.



SÖYLEŞİ



İlhan Selçuk kazandı ama Cumhuriyet kaybetti
MURAT TOKAY
Zaman 20.03.2011

Emine Hanım, Aşk-ı Memnu'nun yazarı Halid Ziya Uşaklıgil'in ve Cumhuriyet'in kurucusu Yunus Nadi'nin torunu. 18 yıla yakın Cumhuriyet gazetesinde çalıştı, yöneticilik yaptı. 1991'de yaşanan kriz sonrası Hasan Cemal ve ekibiyle birlikte o da gazeteden bir daha dönmemek üzere ayrıldı. Hasan Cemal, o tarihlerde olan biteni 2005'te yayımlanan "Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim" kitabında anlattı. Emine Uşaklıgil de "Benim Cumhuriyet'im"de kendi penceresinden yaşananları aktarıyor.

Cumhuriyet'te 18 yıl çalıştıktan sonra 1992 yılında ayrıldınız. O günden bugüne neredeyse 20 yıl geçti. Kendi ifadenizle siz Cumhuriyet defterini bir türlü kapatamadınız. O defter aradan geçen onca yıla rağmen neden kapanmadı?

Cumhuriyet, etkin bir gazete. Geçmişte çeşitli dönemlerde önemli işlevler üstlenmiş. Bugünün Türkiye'sinde benim hayal ettiğim Cumhuriyet gazetesinin önemli bir işlevi olabilirdi. Ama 1992-92 yıllarında yaşananlar yüzünden Cumhuriyet böyle bir işlevi üstlenmekten uzak kaldı. Gazeteciliğin temel ilkelerini unuttu. Ben olsaydım, düşlediğim Cumhuriyet iyi gazetecilik yapmayı denerdi.
Artık Cumhuriyet defteri bu kitapla sizin için kapandı mı?

Benim için Cumhuriyet gazetesinin hangi süreçlerden geçerek bugüne geldiğini anlatmak önemliydi. Ve bu kitabı yazdım. Kitap, Cumhuriyet gazetesini anlayabilmek için geçmişe doğru bir yolculuk. Sonuçta, Cumhuriyet gazetesinin, Yunus Nadi'nin, ailesinin, Türkiye Cumhuriyeti'nin iç içe geçmiş, birçok kahramanı olan bir öykü meydana çıktı.
Bu yolculukta siz başrolde değilsiniz...
Evet. Benimle ilgili dönem, kitabın ancak üçte biridir. Kitabın kahramanı Cumhuriyet gazetesi. Gazetenin kurucusu Yunus Nadi, hangi ortamda hangi etkilerin altında ortaya çıktı? Bunu ortaya koymaya çalıştım. Haliyle Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerine gittim. Olabildiğince o günün koşullarını kavrayarak baktım tarihe. Nadir Nadi, Berin Nadi, İlhan Selçuk, Hasan Cemal... Aslında kitabın çok kahramanı var.

Kitabı yazmak için niye bu kadar beklediniz? Hasan Cemal'in kitabı sizi bu konuda tetikledi mi?
Hasan Cemal'in kitabı bir neden değil. Annem Leyla Uşaklıgil'in vefatından sonra kitap fikri doğdu. Böyle bir kitap için hazır değildim ilk başta. Gazetenin tümüyle aileden çıkma süreci yaşandı. Zor günlerdi. Annemle bile görüşmedim. Yakın aile içinde kırılmalar oldu. Ben başka başka işler yaptım. Gün geldi ki artık bu kitabı yazmak gündeme geldi.

Kitabı yazdıktan sonra Cumhuriyet'ten görüştüğünüz insanlar oldu mu?

Gazeteden ayrıldıktan sonra uzun süre kimseyle görüşmedim. Sonra yavaş yavaş kitabın yazım aşamasında görüştüğüm insanlar oldu. Hikmet Çetinkaya ve kısa da olsa Şükran Soner'le temasa geçtim.

Size Cumhuriyet ve Hasan Cemal cephesinden bir tepki geldi mi?

Kitap piyasaya çıkalı bir hafta oldu. Hemen okunabilecek hacimde bir kitap da değil. Haliyle bir tepki almadım. Fakat Cumhuriyet gazetesinde yönetimde olmayan birkaç kişi kitabı beğendiklerini söylediler.

İlhan Selçuk'la görüşebilmiş miydiniz?

Kitabı yazmaya karar verdiğimde onun sağlığı iyi değildi. Görüşemedim kendisiyle. Kabul eder miydi bilmem ama sanırım konuşacağımız çok şey olurdu.
1992'de yaşananlar iktidar kavgası mı?

Çok boyutları olan bir mücadele. Evet bir iktidar mücadelesi ama aynı zamanda bir vizyon çatışması. Bir kuşak çatışması...

1970'lerde gazetede işe başladığınızda Cumhuriyet nasıl bir gazeteydi?

Sol ve demokrasi anlayışı kendine özgü, askeri darbeleri hoş gören hatta destekleyen bir ekip iş başındaydı. Herkes İlhan Selçuk'un iktidarına teslim olmuştu. Ayırımcı ve elitist bir yaklaşım hissediliyordu gazetede. Dinamik olmayan bir yaklaşım vardı. Atatürkçülüğe tekelci bir yaklaşım bile demek mümkün.

Sizin ve Hasan Cemal'in katkısıyla gazete bir ivme kazanıyor...

1980'de Hasan Cemal'in Ankara temsilciliğine geldiği tarihten itibaren bir gençleşme yaşandı. Bir ekip kuruldu. Köşeler daha az oldu. Hasan Cemal, Okay Gönensin ve Emine Uşaklıgil üçlüsü daha dinamik bir gazete yaptı. Attığımız adımların çoğu başarılı oldu. Bu arada çeşitli krizler yaşandı. 1992'de İlhan Selçuk ve ekibi gazeteden ayrıldı. Okura boykot çağrısı etkili oldu. Gazete okur kaybetti. Daha sonra ayrılan ekip yeniden döndü. Gelin görün ki ayrılan okur bir daha gelmedi. Ben 8 Nisan 1992'de geri dönmemek üzere gazeteden ayrıldım.

Sizin için yengilgi miydi?

Yenilgi demeyelim de başarılı olamadım. Zafer, İlhan Selçuk'undu. "Küçük olsun benim olsun"cular galip gelmiş, gazeteyi sadece gazete olarak görenler ise mağlup olmuştu. Atatürkçülüğü tekelinde görenler Cumhuriyet'e el koymuştu. Ama bu iç savaşta kimse kazanmadı. Asıl kaybeden Cumhuriyet oldu.

Bu yenilgide Hasan Cemal'in büyük payı olduğunu düşünüyorsunuz. Oysa Hasan Cemal kitabında farklı anlatıyor ...

Hasan'ın ailem ve benim hakkımda düşüncelerini okuduktan sonra şaşırmıştım. Fakat kitapta anlattıklarının bir kısmını ben farklı hatırlıyorum. Hasan, yöneticilikte epey zayıf kaldı. Krizi engellemek için fazla çaba sarf edemedi. Hem yazı yazmayı hem gazetenin iç savaşını yönetmeyi beceremedi.

İlhan Selçuk'la ilk karşılaşmanızda bir şok yaşıyorsunuz. İlhan Selçuk size: "Damarlarında akan Halid Ziya Uşaklıgil'in kanı, neyse ki Yunus Nadi'nin kanıyla dengelenmiş." diyor. Kastettiği nedir İlhan Selçuk'un?

Herhalde Yunus Nadi'yi ilerici, Halid Ziya'yı gerici görüyor. Bir de o dönemde Hanzade Sultan'ın oğlu Ahmed'le evliydim. "Nereden çıktı bu kız başımıza?" diye düşünüyordu herhalde. Ama ilginç bir refleks.

Cumhuriyet'in geldiği noktaya hep üzüldüm
Gazeteleri okumaya Cumhuriyet'le mi başlarsınız?
Bütün gazeteleri okumaya çalışırım. Cumhuriyet'in ayrı bir yeri yok.

Bugünkü çizgisini nasıl buluyorsunuz Cumhuriyet'in?
Cumhuriyet'in bu geldiği noktaya hep üzüldüm. Gazete umarım İlhan Selçuk'tan sonra gençleşir. İlhan Selçuk'lar gazeteden ayrılınca Cumhuriyet'i okumama çağrısı yapmışlardı. Okur da buna katılmıştı. İlhan Selçuk gazeteyi ele geçirdi ama asla okuyucuyu geri kazanamadı. Şu anki gazete okura bir şeyler veremiyor olmalı ki okur gelmiyor.
28 Şubat sürecinde de son Ergenekon sürecinde de Cumhuriyet askere yakın duran bir gazete oldu.
Darbelere baktığımızda desteklemeyen basın yok gibi. 28 Şubat'ta bütün gazeteler kötü sınav verdi yalnız Cumhuriyet değil. Cumhuriyet karşı çıkabilirdi o ayrı mesele. Ona keşke diyeceğim. Ama Hikmet Çetinkaya, İlhan Selçuk hastanede yatarken görüşmüş, bir dizi röportaj yayınlamıştı. Orada İlhan Selçuk, "Artık askeri darbeler dönemi kapandı. Ben bunu yazılarımda da belirtmiştim. Türkiye 'darbe olacak mı, olmayacak mı' tartışmalarını yapmamalı. O dönem kapandı. Türkiye'nin demokrasiyi ve özgürlükleri geliştirmesi gerekir." diyordu.
***

Dizi, gençleri Halid Ziya'yla tanıştırdı
Dedeniz Halid Ziya'nın Aşk-ı Memnu dizisiyle yıllar sonra popüler olması hakkında ne düşünüyorsunuz?
İyi oldu. Başlarda çok tereddüt ettik. Kitabın güne uyarlanarak dizi olarak çekilmesi riskti. Halamın kızı Ayşe Berker, ablam ve ben karar verdik. Güzel de oldu. Ben bir röportaja gittiğimde güvenlikteki kişi "Siz torunu musunuz?" dedi. Böyle tepkilerle karşılaşıyorum.

Sizden izin mi aldılar?

Telif hakları bizde. Evet. Karar mercii biziz. Diziyle birlikte kitapları çok iyi sattı. Çünkü bence herkes dizinin sonunu merak ediyordu.




HAKKINDA YAZILANLAR

Ormanın içindeki sırça köşk
Posta 4 Temmuz 2010

Gazeteci-yazar Emine Uşaklıgil orman içindeki evinin kapılarını Vogue dergisine açtı. Emine Uşaklıgil sıradışı cam evinde eşiyle teknolojinin tadını çıkartırken yazılarını da evinin manzarasına karşı kaleme alıyor.

Aşk-ı Memnu’nun son dönemde hayatımızda yarattığı fırtına malum. Emine Uşaklıgil, işte bu diziye esin kaynağı olan aynı adlı romanın yaratıcısı, büyük Türk edebiyatçısı Halid Ziya Uşaklıgil’in torunu. Emine Uşaklıgil’in soyağacı bir yandan Türk edebiyatı, politikası ve diplomasisine, diğer yandan da Türk basınına dayanıyor. Babası, Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın babası Muammer Bey’in kuzeni de olan ünlü edebiyatçı Halid Ziya’nın oğlu Bülend Uşaklıgil. Annesinin babası ise 1924’te Cumhuriyet Gazetesi’ni kuran Yunus Nadi. Paris’te gördüğü öğrenimden sonra Türkiye’ye dönüp, önce o sırada başında dayısının bulunduğu Cumhuriyet’te dış haberler servisinde Mehmet Barlas ve Ergun Balcı’yla çalışıyor. Sonra Günaydın grubundan Ayrıntılı Haber’de geçirdiği bir süre ve tekrar Cumhuriyet’e dönüşü, 1980 darbesinden sonra gazeteyi yeniden yapılandırma çabalarına ön ayak oluşu geliyor. Şu sıralar en önemli meşguliyeti, yazdığı kitap. Pek ayrıntısına girmek istemiyor ama “Cumhuriyet Gazetesi’nin geçmişi ve o dönemde gazetede ve ailede yaşanan dram bağlamında Türkiye’de bir kuşağın kesiti” olacağı ipucunu veriyor.

Camdan yaşam kutusu

Emine Hanım ve İngiliz eşi David Tongue, önceleri Beyoğlu-Galatasaray’da hoş manzaralı bir dairede oturmaktaymışlar. Hafta sonları ve yazları ise şimdiki cam evlerinin olduğu ormalık yerde, onun bir uzantısı olarak hala kullanılan, ufacık, taştan bir köy evine kaçıyorlarmış. İstanbul’da bu şekilde iki ev tutmanın anlamsız olduğuna karar verdiklerinde Galatasaray’daki evi kapatıp, temelli ormandaki bu taş eve taşınmayı düşünmüşler. Ancak böyle küçük bir mekanda 24 saat yaşamanın doğurduğu ihtiyaçları da göz önüne alarak hali hazırdaki arazide yeni bir ev yaptırmanın yollarını aramışlar.

İşte o aşamada yolları mimar Ahmet Alataş’la kesişmiş. Ev sahiplerinden tasarım konusunda neredeyse açık kart alan mimar Alataş, hemen işe koyulmuş. Ev öyle yalın ve şeffaf ki içinde tek bir duvar dahi yok. Evin dört bir tarafı da cam. Mimar Alataş, mahremiyeti koruyacak ama yine de doğayı evin içine davet edecek şekilde ona da bir çözüm bulmuş. Gün ışımasından itibaren herhangi bir an güneş ışığını kesmek istediğinizde uzaktan kumandalı perde sistemi devreye giriyor. Bunun yanı sıra her şeyin en yalınını seven ev sahipleri, evin ön yüzünde doğal perde oluşturacak şekilde çelik halatlara mor salkım sardırmaya başlamışlar.

Evin dışarıdan görünen ultra modernliğine, sadeliğine ve şeffaflığına inat, içindeki eşyalar bir köşke yakışacak cinsten tarihi özellikte. Bir köşede Halid Ziya’nın masa saati ve mürekkep seti, diğer köşede ise onun oğlu (Emine Hanım’ın da amcası) Vedad Uşaklıgil’in Florya’daki evinden getirdiği antika yazı masası duruyor. Annesi Leyla Abalıoğlu’nun hediyesi, mutfaktaki duvarda asılı Flora Danica desenli porselen tabaklar da görmüş geçirmiş, soylu bir İstanbul ailesine aitliği gösteren unsurlardan. Evde belki klasik anlamda duvar yok ama Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi duayenlere ve genç sanatçılara ait çok sayıda tablo, heykel ve diğer eserler hemen göze çarpıyor. Belli ki ev sahipleri sanata meraklı. Okumayı seven Emine- David çiftinin evinde kitaplar hep baş köşede. Kurtuluş Savaşı tarihinden Baudelaire’e uzanan, sahibinin tercihlerini hemen belli eden bir seçki söz konusu. Emine Hanım’ın odasındaki çalışma masasının öyküsü de ilginç.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan Konsolosluğu’nun harita odasının masası bu. Amerikalılar’ın, İstanbul ve Anadolu’nun işgali gibi olayları takip ettikleri bu masa daha sonra unutuluyor. Ta ki Emine Hanım’ın bir arkadaşı satın alıp kendisine hediye edinceye kadar. Emine Hanım laptop’uyla kah salonda, kah mutfakta, kah bu masada çalışıyor. Dede Uşaklıgil’in 13-14 yaşında yapılmış ufacık bir portresinin zeki bakışları altında bugün torun Uşaklıgil yazılarını yazıyor. Yazıdan başını kaldırmak istediğinde ise evi çevreleyen en geniş bahçede kendi diktiği ağaçlarla veya sebze ve taze ot bahçesiyle ilgileniyor. Acaba orijinal eserin yazarınının torunu olarak Emine Hanım kitabın dizileştirilmiş halini nasıl karşılıyor? Ona göre eserin, yapımcı tarafından ilgi çekici şekilde televizyona uyarlandığı, dizinin başarısından belli. Onu asıl sevindiren ise dizi sayesinde dedesinin kitabına da ilginin artmış olması ve hatta satışlarının gözle görülür biçimde yükselmesi.



HABER

İstanbul için dua etmeli
Zaman 21 Nisan 2014

Emine Uşaklıgil, geçtiğimiz günlerde “Bir Şehri Yok Etmek/ İstanbul’da Kazanmak ya da Kaybetmek” isimli kitabında İstanbul’un dokusunu kaybetme sürecini her yönüyle ele alıyor.

Kitabınızda Turgut Cansever’e ait bir hikâye paylaşıyorsunuz: Cansever’in 1943’te girdiği ilk şehircilik dersinde hocası Alman Mimar Oelsner öğrencilerine “Türkiye için ne yapmalı?” diye soruyor. Sonra da cevaplardan tatmin olmayarak “Dua etmeli…” diyor: “Dua etmeli ki belediye kasalarındaki imar planlarını uygulayacak yöneticiler çıkmasın…” Kimse dua etmemiş olacak ki bugün bu durumdayız. Peki, şimdi yapmamız gereken ne? Ya da ne kaldı? Özellikle yerel seçimlerden sonra…

‘İstanbul kurtulabilir mi?’ sorusuna cevap ararken şu verileri göz önünde bulundurmak gerekir. İstanbul’un hem planlama hem de kendine has bir biçimde planlama(ma) kurbanı olması gelişme sürecini etkiledi. Keza toprak ve gayrimenkul temelinde zenginleşme ve sınıf atlama hırsı İstanbul’un kaderini yönlendirdi. Şehrin merkezi alanlarını yıkarak, yeniden inşa ederek yoğunlaştırma politikası bizi bugünlere getirdi. Bu yaklaşım tarihi mirasımızın ve şehir etrafındaki tarım ve yeşil alanların yok olmasına yol açtı. Yerel seçim, genel seçim miydi yoksa referandum muydu bir yana; zaten merkeziyetçi olan yapıyı daha da merkeziyetçi hale getirdi. Bu durumda yerinden yönetim imkânları çok sınırlı. İstanbullular karşı çıksa da, Ankara’da hangi projeler uygun görülüyorsa, uygulanıyor. İstanbulluların söz hakkı yok ve şehirlerine sahip çıkmaları pek kolay değil. Ama yine de sivil toplum mahalle düzeyinde yeni organizasyon modelleri çıkartabilir; muhtar ve ihtiyar heyeti için tanımlanan görevler, içleri doldurularak, mahalle düzeyinde katılımın önünü açabilir; bu şekilde Kent Konseyleri ilçe düzeyinde önem kazanabilir.

Konuşuyoruz, dertliyiz… Ama çoğumuz o dert yandığımız projelerde oturuyor. Tanıdığım herkes kredi ödüyor. Mülk sahipliği çok önemli bir ihtiyaç. Bu durumda o kentlilik bilinci geniş kitlelerce nasıl benimsenecek?

İstanbul kaçınılmaz olarak çok ciddi altyapı sorunlarıyla karşılaşacak ve bu durum gayrimenkullerin değerini düşürecek. İstanbul’da kamuya ait bütün açık alanlar ve kamu arazileri inşaata açıldı, özelleştirildi, satıldı ve üzerlerine yüksek emsaller verildi. İstedikleri yere, arzu ettikleri kadar imar hakkı vermeye muktedir TOKİ-Çevre ve Şehircilik Bakanlığı-Özelleştirme İdaresi üçlüsü sınırsız rantın dağıtıcıları konumunda; İstanbul’un ise bu ranttan fayda gördüğü yok. Er geç İstanbullular bunları anlamaya başlayacaklardır. Şunun da ayırımına varacaklardır: Türkiye’deki toplam katma değerin yüzde 27’si İstanbul’da oluşuyorken, nüfusun yüzde 18’i İstanbul’da yaşıyorken, vergilerin yüzde 42’si İstanbul’da toplanırken; İstanbul’da yapılan kamu yatırımları, toplamın yüzde 6’sının altında. İstanbullular bir gün bu konuda seslerini yükselteceklerdir mutlaka.

Tarih boyunca neredeyse tüm kentler defalarca yağmalanmış. Hatta yıkılıp yeniden kurulmamış tek bir kent bile yoktur belki. Sebep; kimi zaman doğal afetler, kimi zaman savaşlar, çoğu zaman da liderlerin şehre damga vurma isteği… Yeni değil bu. İstanbul’a özgü de değil. İstanbul’daki yıkım Atatürk zamanında; Prost’la başlıyor; Menderes ve Özal’la devam ediyor. Bu defa daha da yanlış giden ne? 2002’den bu yana yaşananların, İstanbul’un başına gelenlerin farkı ne?

AKP ciddi bir rant verimliliğini sağladı, rantı daha geniş kesimlere yaydı, tüketim arttı ve yüksek oranda sermaye birikimi oldu. Geçmişle farkı şöyle özetlemek mümkün: Ekonominin başarısı inşaat sektörüne bağlandı, şehir konusunda tek karar verici Ankara oldu, her engel hukuk yoluyla bertaraf edildi. İstanbul’da son dönem yaşananlar açısından ortaya çıkan tabloyu şöyle özetlemek mümkün: “Kentsel dönüşüm” çerçevesinde hayata geçirilen faaliyetler engel tanımıyor. Zira her adımda engelleri bertaraf eden yasal kalkan adım adım oluşturuldu. 2012 tarihli Afet Yasası bu kalkanı güçlendiren son aşama. 2013 yılının ilk yarısında Bakanlar Kurulu kararlarının yüzde 60’ının imar ve gayrimenkule ilişkin olması bugünkü durumun özelliklerini özetliyor sanırım.

Afet Yasası arazi açmak için kullanılıyor, kentsel dönüşüm yasası mülkiyet hakkını kaldırıyor ve üstelik bunların dönüşü yok. Ormanlar, Yenikapı, Sulukule, Tarlabaşı, Ayazma… Sırada bir sürü yer. Ama kentsel dönüşümün aslında iyi, faydalı bir şey olduğunu düşünenler var. Aslında tabii öyle olmalı da… Ama nasıl uygulanırsa?

İnsanları çil gibi yerinden etmeyen, yerinde yapılan bir kentsel dönüşüm elbette yararlıdır, hele deprem tehdidi altındaki bölgelerde. Fakat o bölgelerin çoğu rant potansiyelini taşımadıkları için, kentsel dönüşüm ciddi deprem riski altındaki bölgelere pek uğramıyor, inşaata dayalı ekonomik büyüme modeline hizmet ediyor, gerçek deprem tehdidi de kesinlikle bertaraf edilmiyor. Kaldı ki ekonominin lokomotifi olarak inşaat sektörünün seçilmesi, yerindenlik ilkelerini hayata geçirmek şöyle dursun, yerel yönetimlerin yetkilerinin merkezileştirilmesine yol açıyor.

Üçüncü köprü, 3. havaalanı ve hatta kanal… Yapılırsa, yani gerçekten yapılırsa… Bu kadar araştırmanın ışığında ne dersiniz?

Kuzey Ormanları’nın yok olması İstanbul’un tamamen ormansız, deresiz, susuz, havasız kalması demek. Profesör Haluk Gerger’e sormuştum: “Bütün yetkiler sizde olsa, acilen iptal edeceğiniz projeler hangileri olurdu?” Tereddütsüz cevap vermişti: “Bir kere üçüncü köprüyü derhal iptal etmek lazım. Kanal projesine gelince, hâlâ yapacaklarını düşünmüyorum, lakin benim yapamazlar dediğim her projeyi yapıyorlar.” Şeffaflıktan uzak, hangi araştırmalara dayandırıldığı meçhul, İstanbul’un geleceğini ipotek altına alan bir proje gerçekten.







www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)