Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Nihat Genç

yazar

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Nihat Genç
Nihat Genç    (1956)
yazar

1956 yılında Trabzon’da doğdu. 20 yaşında Ankara’ya yerleşti. Sağlık Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı’nda 9 yıl memurluk yaptı. 

Gençlik yıllarında gazete ve dergilerde teknik eleman olarak çalıştı. Çeşitli dergilerde yazdı. Yazıları, uzun süre Leman dergisinde yayınlandı. Bir ara Akşam gazetesinde yazdı. 

Skyturk televizyon kanalında Serdar Akinan ile program yaptı. ART ve Ulusal Kanal'da Veryansın programına konuşmacı olarak katıldı. Veryan tv'de yazıyor.

ESERLERİ:

•Amerikan Köpekleri (2004) 
•Arkası Karanlık Ağaçlar (2001) 
•Bu Çağın Soylusu (1991) 
•Dün Korkusu (1989) 
•Edebiyat Dersleri (2004) 
•Hattı Müdaafa (2005) 
•İhtiyar Kemancı (2002) 
•Karanlığa Okunan Ezanlar (2006) 
•Kompile Hikayeler 
•Köpekleşmenin Tarihi (1998) 
•Memleket Hikayeleri 
•Modern Çağın Canileri (2000) 
•Nöbetçi Yazılar (2004) 
• / Şeriatta Ayıp Yoktur 
•Soğuk Sabun 


HAKKINDA YAZILANLAR

NİHAT GENÇ: 'Her ideolojinin bir Sevr'i oluştu' 
Söyleşen EROL ELMAS
Yarın Dergisi

NİHAT GENÇ, 1956 Trabzon doğumlu... Ofli Hoca, Şeriatta Ayıp Yoktur(Hikaye), Bu Çağın Soylusu, Dün Korkusu, Dar Alanda Tufan, Soğuk Sabun(Roman), Komik Hikayeler, One Man Show, Köpekleşmenin Tarihi, Modern Çağın Canileri(Deneme), isimli kitapları ve Leman Dergisi’ndeki yazılarıyla tek başına bir ekol, bir ordu...Yüreği ve kalemi dışında hiçbir şeyi yok. Sert ve soylu bir kavga veriyor. Selam diyoruz Nihat Genç’e, sadece selam..

YARIN-En sonda sorulacak soruyu, en baştan soralım. Dergimizi nasıl buldunuz?

NİHAT GENÇ- Genel görünümünü Nazi mimarisine benzettim. Eğlencesi eksik. Her çıkış, her iddiayı uzun süre takip ederim. Kimdir bunlar, ne yapmak istiyorlar. İşte birazcık umutlandım. Görevlerimden biri bu, kim ne yapıyor. İnanılmaz, kalleşçe bir medya işgaline karşı bu dergilere normalden daha fazla güveniyor, vaha olarak görüyorum. Umut olarak görüyorum.YARIN- En kısa şekliyle Nihat GENÇ kimdir?

NİHAT GENÇ- Yazdım, çizdim, Nihat diye göründüm.Hala eski bir daktiloyla yazıyorum. Romantik. Nostaljik olduğundan değil. Bir bilgisayar parasını daha denk getiremediğimden. Her ay kırk-elli sayfa kitap yazısı. Gazete yazısı değil, kitap yazısı. Hatta edebiyat yazısı. Edebi metin, dramatik bir yapı. Çatışma. Hikaye örgüsü.

YARIN- Bir hafta gibi kısa sürede haftalarca sekmeden peş peşe hikayeler yazıyorsunuz?

NİHAT GENÇ- Ben çocukken sahilde yunuslar kovalar, hamsiler karaya vururdu. Zibil gibi hamsi. Zibil gibi denirdi. Eline sepet, çamaşır leğeni alan sahile koşar, doldururdu. Sert siyâsi rüzgarlar esiyor; her taraf hikaye kaynıyor, yunuslar hâla kovalıyor. Hangi birine uzansam elim gözüm acıyor. Ancak, teknik tarafı daha önemli.Gençken Kemal Tahir’in karısı Fatma İrfan’a mektuplarını okumuştum. İlk eseri Göl İnsanları’nı 27 kez temize çektim, diyor. Korktum. Herhalde ben yazar olamam, dedim. İlk kitaplarımda öyle yerler var ki, otuz kırk kez temize çekildi. Vaktim olsa temize çeke çeke en âlasını yaparım. Vaktim yok; hikaye bitmiyor, bobinler dönüyor. Ekmek parası, göndermek zorundayım. Nereye kadar gidecek… Bildiğim çok yorgunum.

YARIN- Bu kadar kitabınız çıktı, peş peşe baskılar yaptı. Hâlâ param yok mu diyorsunuz, karnınız doymuyor mu?

NİHAT GENÇ- Karnımı doyuruyorum, kiramı veriyorum. Allah’a şükür edebiyatla karnını doyuran birkaç kişiden biriyim. Ama param hiç yok. İletişim’den dokuz, Leman’dan bir kitap. Hepsi beş baskıyı devirdi. Yedi –sekiz baskıya gelenler... Telif paralarını dört eşit takside bölüp, yüzelli-ikiyüz milyon gibi parçalar halinde alıyorum. Daha bir milyar gibi bir parayla bütün bütün tanışmadım. Medyada hiç ismim geçmediği halde dört kitabım korsanda. Korsanlar hayat hikayemi bilse bana acır, satmazlar. Onların da derdi ekmek parası. Bana yazık oluyor. Ben ideolojik destek almadım, medya desteği almadım. Bunu edebiyatın, kelimelerin onuru ve soyluluğu için yapmak zorundaydım. Kelimelerden başka kimseye güvenmedim ve sonunda tek başına bir yazar olarak kaldım. Bu çok mutluluk verici bir şey. Devletten tek istediğim kitaplarımı sebilleştirmesin. Ben öldükten sonra, değil Türkiye’de, dünyada zaten sebilleşecek, ama şimdilik ölü değilim. Kahvaltıya, kiraya para lâzım.

YARIN- Bu kadar okunmayı nasıl başardınız? Gerçekten; edebiyat dergileri uzun yıllar ambargo koydu. Medya adınızdan hiç söz etmedi ama üniversitelerde, Anadolu’da çok okunuyorsunuz.

NİHAT GENÇ- Türkiye son yirmi yılda lâik –şeriat ve Kürt sorununa kilitlendi. Gına geldi. Aynı yılışık isimler ekranda. Aynı üslupsuz, seviyesizler aynı şeyleri yazıyor. Bir dallama cenneti medya. Ben bir kenara çekilip, bulaşmadım. Otu, böceği, kavak ağacını, ormanları, ırmakları yazmaya başladım. Bu tartışmalar başlarken yeni doğmuş çocuklar artık üniversiteye gelmişti ve herkes ülkesini merak ediyordu. Yaşadıkları toprağı öğrenmek. Bu toprağın maddi, manevi kaynaklarını süsleyerek; coşarak, koşarak anlattım. Tarihçi değilim ama maganizel tarihçilik yapabilirdim, yaptım. Tarihi sevdirmeye çalıştım. Ziraatçı, botanikçi değilim ama; akasya, çınar, selvi ağaçları tepemizdeydi, merak edip anlattım. Küçük küçük de olsa taşla, böcekle, ağaçla kültürümüz ve ruhumuz arasında ilişkiler kurmaya çalıştım. İlmihal tartışmaları ya da teorik tartışmalar çok şeyi kotarır, kavramlaştırır. Çok ihtiyacımız vardır ama anlamlandırmak için güçlü ve sert, coşkun bir edebiyat olmazsa olmazdır. Ben edebiyatı ve kelimelerin gücünü gösterdim. Kelimelerin büyüsü nerelere kadar uzanıyor. Uzandıkları yere kadar gittim. Okuyucuyu da peşimden sürükledim.

YARIN- Nerelere kadar uzanıyor?

NİHAT GENÇ- Mahkemelere, ağır cezalara da ulaşıyor. Ancak Yunus gibi yerlere de… Whitman gibi, Vergilius gibi, kırlara, bayırlara. Dosto gibi çatışma halinde kaynaşan, çağlaşan insan ruhlarına. Şunu söylemek istiyorum; değişen ülke, sokak değil.Teknik değişimler kolaydır. İşte Japonlar fabrikalarını gelir açar. Yüz kanal izlersin. İnsan ruhundaki, değerlerindeki sarsıntıların maliyeti ise; hem yüzlerce yıl sürer, hem de yazarın görevi önce budur. Sert değişimler karşısında bir tarih, bir kültür tamamen kökünden değişiyor. Milyon çağlardır alet yapmaya, düşünmeye çalışan insanoğlunun en temel güdüleri değişmekte. İnsanoğlunun en sert mutasyonu son iki yüzyıldadır. Son iki yüzyıl. sanki başka bir tür insan indi gezegenimize. Hayal kurması, çalışması, korkuları, şehir âdetleri her şey kökünden değişiyor. Artık bambaşka bir gelenekten, bambaşka bir tarihten söz etmeye başladık. Akşam değişti, ikindi değişti. Tanrı tasavvuru değişti. Gece değişti.

YARIN- Bu büyük değişim nereye kadar sürecek?

NİHAT GENÇ- İşte anti depresyon hapları, prozaclar. İnsanı her an dinlenmiş, rahat ve güler yüzlü yapan haplar veriyor. Yani; beynin ahlâkla, siyâsetle, vicdan azabıyla, doğru söylemek, doğru yaşamakla derdi ortadan kalkıyor. Diyelim Cavit Çağlar gibi yüzlerce insan. Hiç sıkılmıyor çünkü hap kullanıyor, mutlu oluyorlar. Tarih boyu hırsızların, yalancıların nedamet getireceği, kan tutacağını bekledik, durduk. Artık haplar kurtardı onları. Başka tür insanla karşı karşıyayız. Kimse hayattan özür dilemek, insanlardan sorumlu olmak, kimse tabiattan hatta kendinden sorumlu olmak istemiyor. Her şey beyin dünyasının hapla düzenlenmesi şeklinde gelişiyor. Artık kendi yok, Tanrı yok, ahlâk yok Tanrı’ya ihtiyacı yok. Tanrı’nın cennet-cehennemine, ateist olduğu için değil; Tanrı’yla hiç yüzleşecek durumu olmadığı için inanmıyor. Ya da inanıyor ama öyle haplaşmış beyinle; yeni bir dünya başlıyor, yeni bir tarih.

YARIN- Daha yakın, daha reel sorunlara inelim. Kendinizi siyâsi olarak; sağda mı, solda mı görüyorsunuz? Ya da hâla bu kavramların bir önemi kaldı mı?

NİHAT GENÇ- Büyük değişim her şeyi sil baştan yapıyor. Ya da yok ediyor. Karşısına geçip “dur bir saniye” diyorsunuz. “Kardeşim, beni bir dinler misiniz?”diyorsunuz. Sürüklenen, almış başını giden, sele kapılmış hayatlara panikle ancak bu kadarını yapabiliyoruz. “Bir saniye, dur be kardeşim, bir dinle…” İşte bu bir saniyeyi, eleştirel kullanmak istiyorsun. Bu aslında hayata hazırlanmış bir istek değil. Bu sadece kendi şaşkınlığınızı aşma çabası. Şaşırdığım için can havliyle, “dur yahu, bir saniye”… Ve olup bitene eleştirel, dünden bugünden geldik. Nereye gidiyoruz?...dan sorular yöneltiyorum. Eleştirel sorular. Tabii eleştirel olmak solcu olmak anlamına gelmez. Ama solcu olmanın spekülatif rahatlığı vardır. Ona buna laf yetiştirmekte daha özgür kılar seni. Hızla alt-üst olan bir toplumda bir tarafa geçmek zaten şaşkınlığın ifadesidir. Her şeye acil karar veriyorsun. Bilinçle, düşünceden geçmiş kararlar değil. Ama bakıyorsunuz ki; altta kalanların canı çıkıyor. İşkenceye uğruyor, sahipleri hiç yok, avukatları hiç yok, tamamen kimsesizler. Üstlerinden vahşi kapitalistler dozerlerle geçiyor. Hemen atılıyor, “yapmayın kardeşim! Bir saniye, acıyın bu insanlara; hayat böyle olmamalı” diye bağırıyorsun. Bu ani “bir saniyeler” solculuk mu? Son iki yüzyılda öğrendiğimiz solculuk değil. Çünkü; teoriden, sınıftan, emperyalizm teorilerinden süzülmüş bir tepki değil. Etten kemikten bir insan olarak dayanamayıp verdiğimiz duygusal bir tepki. Ben sol düşünce tekniğinden gelmiş biri değilim. Etten kemikten bir insan olarak kendi duygularımla şu “bir saniyelerle” bir yere düştüm. Bu bir saniyelerimle bir yığın düşünce birikti. Belki; konvansiyonel solcularla aynı kapıya çıkar sonuçta, diyeceksiniz. Aynı kapıya çıkıyor “evet” ama aynı partilere çıkmıyor. Bu yüzden, sol partilerin tarihten, gelenekten değil şimdi ki tepkilerden yeniden kurulması lâzım. Zangır zangır acılardan yeni partiler…

YARIN- Gelenekten gelen partilerle derin bir derdiniz mi var?

NİHAT GENÇ- Evet… Taşları yerine koyamıyorlar. ‘Artık değer’ kadar hatta ondan da sert anti-depresyon, prozac toplumun içine düştük. Evet; ortak yanımız altta kalanın yanındayız. Ama; biz neden yan yana gelemiyoruz? Yan yana gelemeyişimizin sebebi, kişisel ve partisel dedikodulardır. Bu kadar kişiselleşmiş partilerle gençlik bu karmaşıklığı çözümleyemez. Aksine; dünyadan uzaklaştırıp, bir düşünce tembelliği, bir kavanoz içi dünya rahatlığı veriyor onlara.

YARIN- Türkiye neden kendini tüketen ve giderek kendisi de tüketilen bir ülke haline geldi? Bunun ideolojik hareketlerin geri çekilmesiyle bir ilgisi var mı?

NİHAT GENÇ- İnsan terbiyesiyle ilgili. İdeolojik hareketler kendi görüşleriyle ilgili bir âhlak ilan etti. Bu âhlak; insanı, tabiatı, Tanrı’yı kuşatan âhlaktı. Çok değerli, vazgeçilmezdi. Ama nihayetinde ideolojik bir zarf içindeydi. İdeoloji iktidar hevesi yüzünden kendi âhlakını tartışmaya açmadı. Hiç açmıyor. Meselâ; sağ ideolojiler. Özellikle İslâmcılar holdingleşen Enver Örenler’e tek laf etmedi. Sonunda koca Türkiye rezaletiyle başlarına düştü; hepsi kepaze oldu. Acilen sınıfsız, yurtsuz âhlakı bulmak zorundayız, ideoloji dışı. Bağımsız ve eleştiren; sorumlu, toprağı seven, öğrenmek isteyen, âhlaklı insanlara ihtiyacımız var. İdeolojilerin âhlakı çok yara aldı. Almanya yenilince Osmanlı’nın da yenilmesi gibi. Bizim âhlakımız yenilmiş gibi davranmaya başladı. Liberaller, vahşi kapitalistler. Bu komik. İnsan, tabiat, evren, tanrı hepsi burada. Hâla iç içe yaşıyoruz. Hepsine karşı ruhlarımıza çeki düzen vermeliyiz.

YARIN- Anadolu topraklarında, ilahlar neden hep kurban istiyor? Bu topraklarda ölüm arzusunun yaşam arzusuna galebe çalmasını nasıl anlamalıyız? 

NİHAT GENÇ- Anadolu toprakları üzerine konuşmak çok zor. Diyelim 9., 10. ve 11. asırlarda çok coşkulu insan kültürü vardı. At üstünde durmaksızın koşan, esrar içen, dua eden, dans ederek zikir eden kendinden geçmiş insanlar. Şehirleri koruyup haraç alan bu insanlar üç kıtaya saldırdı. 14., 15. ve 16. asırlarda yani Osmanlı-İstanbul iktidarını kurunca, Anadolu’da isyan kültürü hakim oldu. Önce Alevi Baba İshak İsyanları, peşinden Celaliler. 17. yüzyıldan sonra Anadolu’ya hakim insan tarzı; bastırılmış, sessiz, yoksul, açlıktan ve sefaletten ölen çaresiz insanlar. Oysa; 17. yüzyıldan sonra İstanbul’a bir yönüyle dingin, sâkin, mutlu, refah ve âsude insanlar hâkim oldu. Diğer yönüyle; bu sefil Anadolu’dan, alttan gelenlerin karıştırdıkları kazanlar. Bence; Anadolu yüzyıllardır İstanbul’dan iktidar istiyor. Bugün İstanbul iktidarı dört-beş holdingdir. Yüzyıllardır bu sistem değişmedi. İç savaştan çıkardığı dersleriyle en azından modernizmin TV görüntüsüyle, Anadolu artık kolay kolay bir kan kardeş kavgasına giremez. Yakın tarihteki kan davalarının sebebi; kapalı kasabaların ve kapalı cemaatlerin gençliği hızla tedrisata ve etki altına alabilme başarılarıydı. Ve gençliği ikna edecek tarihsel bir çarpıklık ortadaydı… Bu tarihsel geri kalmışlık giderilmese de 16, 17 ve 18 yaşındaki çocukları kandırmak güçleşiyor.

YARIN- Türkiye’nin soğuk savaşında kurbanların karabudun olmasının diyalektiği nedir? Ak budun yaşam arzusu, kara budun ise düğüne gider gibi ölüme gitmek mi?

NİHAT GENÇ- Karabudun; diyelim asırlar boyu isyan etti, ayaklandı. Ya da Osmanlı iktidarına asker verdi. Karabudun kalabalıktı, gençti, öfkeliydi, atları ve okları vardı. Ama son iki yüzyıldır; atların ve okların yerine yazarları matbuat geçmeliydi, olmadı. Karabudun bir nevi intikam alır gibi çakallaştı. Ağanın, beyin köpeği, mafyanın tetikçisi oldu. İktidarların bekçisi oldu. İdeolojik hareketlerin kitlesi oldu. Karabudun yüzyıllardır sahipsizliğe dayanamadı. Bu halkın bozulması demek. Artık kaynaşan, kıvıllaşan, can havliyle ona buna saldıran kalabalıktan söz edebiliriz. Haklı demek çok zor. Sağ iktidar elli yıldır karabudunla ayakta; onu cahil tutarak. Artık karabudun demiyoruz, “çakal kültürü” diyelim. Yine fedakar, sadık ama hepsi geçimini sağlamak için artık ağanın, beyin eşkıyalığını yapıyor. Hatta en acı şey karabudunun kendi yetiştirdiği evlâtları, yazarları; ağaya, paşaya kapıkulu olmuş durumda.

YARIN- Türkiye hangi koşullarda barışa ve esenliğe ulaşabilir?

NİHAT GENÇ- Etrafı ve içimizdekileri çok uzun süre daha düşman, hain ilân etmeye devam edeceğiz. Nerdeyse her ideolojinin kendine has bir “Sevr” haritası oluştu. Bir konferansa giderken, “özür dilerim, kendi Sevr haritamı göstermeyi unuttum.” deyip, espri yaptım. Sevr haritası göstermeden hiç kimse konuşamıyor. Türkiye Sevr haritası göstererek ayakta duruyor. Ama, mutluluk diye bir şey hâla var. Bunun yolu askerî ikna etmek. Askerîn yüzyıllık hastalıklarını ve saplantılarını tedavi etmek. Meselâ; asker cumhuriyete ve Anadolu’nun bütünlüğüne zeval gelmeyeceğini, bizleri açık yüreklilikle tanıyıp inanabilmeli. Askere; onlardan daha sert bir özlemle bu toprağın bekçisi bizler olduğunu anlatabilmeliyiz. Biz anlatamayınca, TÜSİAD anlatıyor ve her darbe sonrası Türkiye pastalarını TÜSİAD yiyor. 

O halde? Biz ne istiyoruz; gelir dağılımı, sosyal sigortalar, bireyin gelişimi… Bunlara inandıralım askerî. Cumhuriyete zeval gelmeyecek. Bize güvenin. Elimizden iktidarı her sefer asker alıyor. Yine gidip sağ iktidarlara, TÜSİAD’a teslim ediyor. Asker bizden öyle korkuyor ki; gidiyor milyar dolarları dünyanın en büyük silahlarına yatırıyor. Bizim kuşak askere düşman büyüdü. Askerle aramızda bitmeyen bir nefret, bitmeyen bir sürtüşme var. TÜSİAD bunun farkında… İçimizde askere nefret beslemeyen kalmadı. Bu nefreti hızla dargınlık ve küslük düzeyine çıkarmalıyız. Bizim kuşak ancak; düşmanlık ve nefreti dargınlığa dönüştürme gayretiyle, önümüzdeki kuşakları askerle konuşabilir bir seviyeye getirebilir. TÜSİAD’ın korkusu bu, medyanın korkusu bu; bizim kuşak askerle konuşup, halkın yanına askeri alabilir mi? Bu yüzden TÜSİAD yalakalıkla askerîn, Türkiye’nin değirmenini döndürdü. Bizim acil sıkıntımız, politika yapamayışımız yani; yalakalık yapamayız. Onur gibi, gurur gibi hastalıklarımız var. Ülke sevgimizi, halk sevgimizi; onurla, gururla ve hiç yalan söylemeden anlatarak îkna edebilmeliyiz.

YARIN- Türk edebiyatı neden özgünlükten yoksun kaldı? Evrensel eserler yaratamamanın edebi bir anlamı da var mı?

NİHAT GENÇ- Evrensel eserler evrende de yaratılamıyor. Edebi bir anlamı var şüphesiz. Medya dili, konuşma dili, çeviri dili eserlere hâkim olmaya başladı. Oysa; güçlü eserler ortaya koyabilmek için kültürün içinde gizlenmiş derin dil yapılarına uzanmamız gerekiyor. Böyle olduğunda da çeviri imkânsızlaşıyor. Sadece çok satmak, çevrilmek isteyen uyanıklar yazarlık yapıyor. Şöyle de söyleyebiliriz; artık dünyada, dünya çapında eserler evrenselleşmeyecek. Çünkü; o kültürün orijinal eseri olacak. O kültür dilinin özel şahikâsı. Sorunuzun ilk bölümüne gelince. Türk edebiyatından söz etmek gittikçe imkânsızlaşıyor. Holding edebiyatı başladı bile. 

Holdingler kendi yazar sözlüğünü, kendi edebiyat tarihini çoktan yazmaya başladı. Özgünlük kelimesini sevmem, kullanmam ama şöyle diyebiliriz. Bağımsız yazar yetiştirme kapasitemiz ölmüş durumda. Bu edebiyat zaten çok zor bir zanaat. Şimdi ölüyor. Sebebi: bağımsız, dik kafalı yazara kimse tahammül edemiyor. Edilmeyince edebiyat kurulmaz. Dandik; çevre, feminizm, eşcinsellik. Beyoğlu’nu kurtaralım mevzularının suyunun suyundan binlerce işe yaramaz tartışma, roman, edebiyat çıkmaz buradan.

YARIN- Nihat GENÇ neden karamsar? Bu karamsarlık bu ülkede umudun tükenmesi mi? Bugün bir yazınızda anlattığınız Medine Müdafaası koşullarından daha beter bir durumda mıyız? Eğer değilse hâla bir yol var mı?

NİHAT GENÇ- Hâlâ sabah oluyorsa, umut var demektir. Nihat GENÇ hiç karamsar değil.Yanlış okunuyor olmalıyım. Eleştirel kültürü karamsar diye okumak hatadır. Üstelik ben; naracı bir edebiyat yapıyorum, eyvallahı olmayan bir edebiyata çalışıyorum. Demek ki; kelimelerime ve kendime güveniyorum. Bu umutsuzluk değil;aksine coşkuyla kılıç sallama, nal seslerinin coşkusudur. Meselâ; derginiz bir umuttur.Burada onlarca zeki genç adam tanıdım. Her biri çok değerli bir yol haritası koymuş önüne. Ben kendime güvenimi inşa için yazar olmadım. Başkalarına güvenimi tazelemek için, başkalarına güveni inşa için; başkalarının filozofisini yapmaya çalışıyorum. Çünkü hepimiz netameli ideolojilerden geliyoruz. Birbirimize fazlasıyla eğlenip dalga geçtik. Hızla ideoloji dışını güçlendirelim. O’cu Bu’cu değiliz; bizi sakatlayan şey, bizim güvenimizi sarsmaktı. Yüzelli yıllık Batı’cılık macerasından hepimiz büyük sakatlıklarla çıktık. Ülkemizin üstünde devasa büyüklükte bir siyasî, ekonomik travma duruyor. Acilen toprağımıza, kendimize, bölüşümümüze ve kardeşliğimize itimadı yeniden sağlamalıyız…


GÖRÜŞ

“FETÖ FETÖ” demekten kurtulun artık
Nihat Genç
Odatv.com 23 Ağustos 2016

Çürümüş dini kalıpların ve hurafelerin alışkanlıklarına hapsolmuş bir dil ve siyaset ve ideoloji dünyasında yaşıyoruz.

Kabul edelim, işin içinden çıkamıyoruz, kabul edelim yerleşik konfor ve alışkanlıklarıyla kafamızı infilak ettirecek gücü bulamazsak devleti ve üstünde yaşadığımız toprakları kaybetmek üzereyiz.

Kabul edelim, ülkemiz bozuldu.

Çoğumuz aynı pis çürük kokan ortak bir dereden beslendik.

Büyük trajediler ülkeleri ve insanları çok kısa sürede olgunlaştıramıyorsa bir elli yıl daha kaybettik demektir, güçlü devrimci zihni açık bilge siyasetçi ve yazarlarınız varsa, birkaç yılda toparlanabiliriz.

Neresinden başlasak, İslam’da ‘ruhban’ sınıfı yokmuş, bu yüz binlerce üretmeden çalışmadan maaş alan hocayı nereye koyacağız, hiçbir iş yapmayışı profesyonel kariyer yapmış ‘dinden’ ve ‘dindarlıktan’ geçinen bu kadar insanın adına ne diyeceğiz?

Hesap aslında çok basit, bu kafayla devleti batırdığımıza göre bu kafayla devleti yaşatamayız.


Mesela İslamcılar’ın en çok sevdiği şair Necip Fazıl’ı kim eleştirebilir, şiir gücü muhteşemdir, ancak ‘ölüme’ odaklı, ölüm saplantılı bir şairdir.

Gençlik yıllarında ölüm saplantılı şiirler okuyan bir neslin ekşimemesi turşumaması küflenmemesi imkansızdır, tohumumuz buysa ağacın kurtlanması kaçınılmazdır diyebilecek cesarette tek kişi görmedim.

Maceraya ve bilinmeyenlere atılacak bir özgüven ve cesareti olan bir gençliği hangi okullarda hangi yazarlarla yetiştireceğiz, diye bir soru hiç duymadım.

Gençliğin enerjisini ortaya çıkartacak spora sanata hiç ihtiyaç duymayan ya da istediği halde entelektüel kompleksleri yüzünden başaramayan bir ideolojik yapılanma!

Bir test yapalım, tarafsızca cevaplayın, şu kelimelerden hangisi ülkenize ve eğitiminize ve ideallerinize daha uygun: ‘motor… dinamizm… fetva… hoca…’, tabii ki çok saçma bir seçim deyip geçiştireceksiniz, oysa zihnimizdeki kodları çözmek için biraz zorlayın kendinizi, içinizde aslında bambaşka düşünen başka bir insan bulacaksınız.

17. yüzyılda yaşayan Vico adlı filozof tarihi şu çağlara ayırır: Tanrılar çağı. Kahramanlar Çağı. İnsanlar Çağı.

Bir test daha yapalım, tarafsız şekilde kendinize sorun, hangi çağda yaşamak istersiniz.

İkinci bir soru soralım, şu an ülkemiz hangi çağda yaşıyor, cevap: hepsinin karışımı!

Unutmayın Tanrılar çağında zaman yoktur oysa insanlar çağında insanlar pekala yaşlanır ve ölür ve Tanrılar ölmez.

Tuhafınıza gelecek başka psikolojik test yapalım, ülkemizin battığı şu günlerde bir soru soralım, ovayı sele boğan sular dağlardan mı indi nehirden mi geldi?

Bugün iktidar sözcüleri sel sularının aniden dağlardan geldiğini iddia ediyor, oysa binlerce yıl ovayı sulayan nehirden geldi, işte bu sorulara dürüst ve bilgece ve cesurca cevap verebilecek yazarlar aranıyor! Yani bin yıldır içinde yaşadığımız yerden değil, birden gök gürledi volkan patladı, oldu, demeye getiriyorlar.

Tuhaf testlerimize devam edelim, cevap verin, aşağıda kelimelerden hangisi size daha genç görünüyor: Konya. Cumhuriyet. Osmanlı. İzmir. Eski Yunan.

İtiraf edelim, Osmanlı kelimesi ‘yaşlı’ geliyor, hatta daha derine inelim, eski Yunan heykellerini sütunlarının etkisiyle Eski Yunan dahi daha ‘genç’ görünecek size, neden? Cevabı bin sayfa kadar uzun tutar, yaşadığımız fiziki çağ eski Yunan’ın estetiğiyle daha ilgili.

Hadi bir soru daha soralım, bilge(!) aydınlarımız ekranlarda, cemaat ve tarikatların devlet ve siyaset etrafında uslu sakin uydusunda döndüğünü iddia ediyor, ancak Fetö örgütünü ise, yolunu şaşırmış dünyamıza çarpan bir meteor gibi tarif ediyor.

Bu ‘doğru mu?’.

Fetö örgütü dışında diğer cemaatlerde de teleskopların göremediğini gören şeyhleri olduğuna inanan milyonlarca insan yok mu?

LİDER, TANRILAR KATINDA KAHRAMANLAR ÇAĞINDA MI YAŞIYOR!

Şöyle bir soruyla tuhaflıktan çıkıp derinleşelim, ünlü Küçük Prens yazarı söyler, ‘makine deyince neden aklımıza uçak hiç gelmez.’

‘Çünkü uçak işleviyle kimliğini kaybetti’ diye devam eder.

İçimizde ‘din’ işlevini kaybetti diyecek cesarette aydınlarınız bilgeleriniz yazarlarınız var mı?

‘Dindar’ kimliğiyle ‘ruhen ve bedenen genç’ kimliği uyuştuğunu söyleyecek bir kişi kaldı mı aramızda?

Optik’i bulan ünlü müslüman alim İbni Heysem, şu soruyu sorar, parmağınızı göz bebeğinize yapıştırın, gözünüz parmağınızı göremez, gözün parmağı görebilmesi için gözle parmak arasında ışığın kırılma mesafesi olması lazımdır, der.

Bu kaos günlerinde yaşadığımız şeyleri felaketin yakınlığı yüzünden ‘görebilmemiz’ mümkün değildir, ancak bu tuhaf testler size yardımcı olacaktır, ve, bu kaos ortamında bir soru sorup bugüne dair zihniyetimizi ortaya çıkartabilmek mümkün mü, mesela şöyle.

‘Demokrasi. Hukuk. Özgürlük. Din. Lider.’. Bu kelimelerden sadece tek birini tercih etmek hakkınız var, hangisini seçersiniz?

Çoğunluğun ‘hukuk’ diyeceği kesin değildir, hukuk diyen kadar ‘lider’ diyenler olacaktır. ‘Kaos’ ve ‘belirsizlik’ içinde insanlar çerçeveleri tam çizilmemiş kavramları değil kendini çok iyi anlatan kavramları tercih eder, kimi hukuka güvenir kimi liderine! İktidar sakinleri bugünlerde tapınırcasına lider diyor. İkinci soruyu soralım Allah korusun lider ölünce ne olacak?

Çünkü lider insanlar gibi yaşlanmaz ölmez çünkü lider Tanrılar katında kahramanlar çağında mı yaşıyor!

Netice:

Kardeşlerim, Anadolu’nun bir kasabasında orta yaşlı bir ev kadını düşünün, gün boyu ev çoluk çocuk ve geçim meşguliyetinden evinden çıkamıyor, hatta odasından çıkamıyor. Dışardaki dünyayı gezemiyor göremiyor. Gözleri ufka dalamıyor.

Bu ev kadını odasına ‘mahkümdur’.

Yani ‘alışkanlıklarına mahkümdur’.

Çürümüş dini kalıpların ve hurafelerin alışkanlıklarına hapsolmuş bir dil ve siyaset ve ideoloji dünyasında yaşıyoruz.

Hiç birimiz ‘gençlik’i tarif etme de anlaşamıyor, dinde anlaşamıyor, çağda anlaşamıyor, eğitim de anlaşamıyor, hukuk da anlaşamıyor!

Şöyle, bildiğiniz araba lastiği, teröristler bu araba lastiklerini yol kesip yakmakta kullanıyor, aynı araba lastiklerini hayvanat bahçesinde maymunlar salıncak olarak kullanıyor, ama kimsenin aklına, yahu bu lastikleri arabada kullanmak gelmiyor.

Geçen, sözcü yazarı Necati Doğru’ya bir okuyucusu yazıp göndermiş, boşuna din cemaat tartışıyorsunuz, bu adamlar bir ‘saadet zinciri’ kurmuş, diyor.

Din cemaat diyenlerin tarihlerden bugüne bir ‘saadet zinciri’ kurduğu aşikar!

Hayatın en temel en vazgeçilmez sorularında anlaşamayışımızın sebebi, saadet zinciri!

Bu saadet zinciri kimine oy kimine para servet getiriyor!

Bu kadar beleşten bedavadan getirisi olan bu saadet zincirinin halkalarını kim eleştirebilir?

Kim bu saadet zincirini bozup ‘yeni bir hayat’, ‘yeni bir dünya’ kurmanın derdine düşebilir?

HAYATI KAPATAN BU ‘HAPİSHANEYİ’ KIRACAK KİMSE YOK MU?

Bu saadet zinciri tabii ki eski-yeni herşeyi karıştırır, hurafe şarlatanlık din tabii ki şehvetle kasıtla karıştırır.

Bu saadet zinciri tabii ki gençleri ölüm saplantılı depresif şiirlerle henüz on yedi yaşında ihtiyarlatmasına sessiz kalır.

Kardeşlerim, küçük insanlar intikamlarını kişilerden, büyük insanlar intikamlarını tarihten alır!

Yoruldum be kardeşim, Fetö Fetö demekten kurtulun, artık, bu köhne çürümüş küflü yapılara bilgece ve sert eleştiriler getirin.

Bakın, henüz erken yaşta eskiyi yeniyi mekanı-zamanı karıştırıp hızla yaşlanan bu neslin yıldönümleriyle doğal olarak bir daha yaşlanması mümkün değildir.

Bodur Japon ağaçları gibi ilk gençliklerinde yaşlanır ve bir daha yaşlanmazlar ve…

İnsanı yaşlandıran senelerin hayatın tecrübesi bilgisinden mahrum kalırlar.

Gerçek ‘zaman’ içinde yaşlanmayan insanlar zamanı idrak edemez.

Tarihi idrak edemez.

Tecrübeyi idrak edemez.

Çünkü bu hurafe din dili ölüme saplantılı bu edebiyat gençleri henüz on yedisinde bir kez yaşlandırarak, o gençlerin tarihi, zamanı, tecrübeyi, mekanı, yaşlanan bir insan evladı olarak tecrübe etmesini, önler.

O on yedi yaşında girdiği saplantı ve hurafelerin ‘hapishanesinden’ ölümüne kadar çıkamaz!

Oysa bakın evrende her şey yaşlanır, ağaçlar yaşlanır kayalar yaşlanır.

Saadet zinciri, gençlere yaşlanmayan bir zaman-mekan bilgisi verir.

Onları zaman ve mekan dışına iter.

Onları çağlarını ve insanları ve bilimi anlayamayacak bir hale getirir.

Hatta çağıyla insanlarıyla ve bilimle alay etmeye başlarlar.

Ve bin yıl müebbet mahküm yatsalar yaşlanmayan-tecrübe edemeyen-dünyayı göremeyen bu ‘hapishaneden’ bir türlü çıkamazlar.

Hey, orada!

Tek tek insanların kendi tecrübeleriyle ders çıkartmasına hayatı kapatan bu ‘hapishaneyi’, kıracak kimse yok mu?

Hey, orada!

Henüz yaşanmamış hayatın ayetlerini peşin peşin satanlar din mi yoksa ‘saadet zinciri mi?’ diye soracak kimse yok mu?

Kardeşlerim, sadece aptallar yaşlanmaz!

Ve bu aptallaştırılmış nesilleri bugün Fetö yarın başka liderler kullanır.

HAKKINDA YAZILANLAR

Tanıyorum O Yazarı
Kaan Eminoğlu
5 Haziran 2025 facebook paylaşımı

Onu tanıdığım yıllarda bir dergi için küçük öyküler yazıyordu. Öfkeli kara ve ince bir yüzü vardı. İkindi sonrası biz kahvede çayımızı içerken o habire sokakta bir baştan bir başa süratli adımlarla volta atardı. Uzaktan bakılınca zor bir insandı, okuyucusu önünü kesip bir “merhaba” demeye çok korkardı, gerçekten önüne geleni dövecek bir hali vardı. Geçen gün genç bir okuyucusu hakkında şöyle yazdı, ‘..onu Akdeniz üniversitesine konferansa çağırdım, bize yaza doğru boş olurum, dedi, canı konferans değil tatil istiyormuş, işte bu yazarın gerçek yüzü budur..’. Hani tanımasam neyse. Bu kadar tanınan bir yazara bu denli yalan yanlış atılıp tutulması insanın ağrına gidiyor. Aksine, tetikte ve gergin bir adam. Bir atın sırtında koşuyor gibi yürür. Sırtında bir hançer varmış gibi. Ankara’ya geldiği ilk günleri bilirim, çalıştığı yerde üç sene gardıropun üst çekmesine karton serip yattı. O günlerde hem gece hem gündüz, birkaç yıl haftanın üç günü hiç uyumadan çalışıyordu. En sevdiği roman Knut Hamsun’un ‘açlık’ romanıdır, bu roman dahi hafif kalır. Bir yakın arkadaşı anlatmıştı, kış aylarında eksi otuz derece soğukta evinde yakacak odunu yoktu. Akşamları kat kat battaniyeye sarılıp kitabını okuyordu ancak aynı battaniye gündüzleri onu boğuyordu. Kitapçıların açılmasını bekliyor ve sıcacık kitapçı dükkanlarından birinden çıkıp diğerine ayak üstü kitaplar okuyordu. Her gün bir kitapçıda iki ayrı kitabı otuzar kırkar sayfa okuyor, çıkıp diğer kitapçıya gidip, dünden sayfalarını işaretlediği yarım kalmış kitapları otuzar ellişer sayfa okuyup tamamlıyor, oradan diğer kitapçıya geçiyor. Bir haftada böylece yarım yarım üç dört ayrı kitapçıda altı-yedi kitabı ayaküstü okuyup bitiriyordu. Kitapçılar hiç sevmezdi onu. Öğleden sonra da sahafçılara uğrar akşamın karanlığına o kitap benim o kitap senin çıkmazdı. Nabzı sürdüğü hayali atının burnundaydı, öyle gergindi ki sanki belinde çift tabanca taşıyordu. Hep bir dik yokuşu çıkıyor gibi bir hali vardı.

Arkadaşlığımız şöyle başladı, bir gün çay ocağında bana ‘faksı olan birini tanıyor musun?’ dedi. Her hafta hikayelerini İstanbul’daki dergiye faks çekiyordu ve kitap sayfasıyla yirmi-otuz sayfa kendi bütçesine göre pek pahalıya geliyordu. Sonunda hikayelerini faksla çekecek bir yer bulduk. Sahibi ifrit suratlı bir adamdı, yazardır, bir yardımcı oluver, dedik. Ancak büro her sabah on-on birde açılıyordu. Kaç yıl böyle geçti, büronun önüne sabahleyin elinde yazılmış kağıtlarıyla gelir büronun açılmasını bekler, üç dört sene yazıları böyle gönderdi. Büronun sahibi bıkmış usanmış. Bir surat bir azar sormayın. Büronun sekreteri faksı çekmeden iş buyurmaya da başlamış. Çayın altını yak. Şurayı topla gibi. Önce çok bozulmuş, sonra faks çekecek başka yer bulamayınca katlanmış duruma. Bir savaşın ortasında gibi ama bu hangi savaş bilmiyorum, konuşurken başından çıkan dumanı gördüğümde, bu kendi savaşı derdim.

Aradan kaç yıl geçti, geçen günlerde meşhur bir kitapta İzmir’in kurtuluşuyla heyecanlı coşkulu bir yazısını gördüm. Arkadaşıma döndüm, iyi de, bu yazarı tanırım ben, hayatında Ege sahillerinde toplam sekiz günü geçmiştir, ilki, ilk gençlik yıllarında arkadaşlarıyla maceralı bir çadır kurmak istemişler, kuramamışlar, pazarcıların çadırlarında beş gün yatmışlar, ikincisi sekiz on yıl önceydi üç günlüğüne tatil yapmış. Yaşı altmış toplam tatili sekiz gün. İnsanı dehşete düşüren bir yalnızlığı vardı.
İnsanı ürküten yazılar yazardı, yazısının başına bir dolu kahve kupasıyla oturur ikindiye kadar, ateş gibi yazılar, evi, Kızılay Merkez’deydi, bazen onu Sakarya’da içkili mekanların önünde karanlıkta turlarken görürdüm. Bir defasında yazısını yazmış başlığını bir türlü koyamadığı için yazıyı fakslamakta gecikmiş. Doğu şiveli bir adam sarhoş yerlere sızmış bağırıyor, alayınızın .mına koyum, diye. Adamı kaldırdı, dolmuşa kadar geçirdi ve eve dönüp, yazısının başlığı koydu: Alayınızın .mına Koyum. Bir defasında bir gazetede ünlü bir gazeteci iftira atmış, bir adamı öldürdü katildir diye. İçi içini yiyor gazeteciye ulaşamıyor, bu iftiraya kime ulaşıp cevap versin, bilemiyor. Yine o gün Sakarya’da yerlerde sürünen deli gibi bir adam görüyor, barcılar adamı çok sıkı dövüp sokağa fırlatmış. Adamın yüzü gözü perişan, bara doğru bağırıyor: .mına Koduğumun Ayıları. Adamı kaldırıyor, üstünü toparlıyor, caddeye kadar çıkartıyor. Sonra eve dönüp kendisine katil diyen yazara yazdığı yazısının başlığını koyuyor: .mına Koduğumun Ayıları. Çok arkadaş darbesi yemişti, bu yüzden mi tanıştığı insanlara bir çalılığa bir karartıya bakar gibi arkasında bir şey mi gizleniyor diye bakardı. Bir tokalaşmayla tanırdı insanları, artık, kim adam kim değil, hiç ıskalamaz oldu.
Parası olmadığı için bir bilgisayar alamadı, bir daktilosu vardı ama arızalıydı ve bilgisayar furyası öyle hızlı gelişti ki Ankara’da daktilo tamircisi dahi kalmadı. Bazen kucağına daktilosunu almış Ulus’taki tamirciye götürürken görürdüm. Bir gün ara sokaklarda kırtasiyeci ararken gördüm onu, daktilo şeritleri satan kırtasiyeci dahi kalmamıştı, bu yüzden şerit bulduğunda birkaç tane birden alıyordu, madem bulamıyorsun niye on tane birden almıyorsun, dedim. Hepsi ‘kırmızı’ dedi, siyah hiç kalmamış. Bozuk daktiloyla nasıl çalıştığını bir gün bir hikayesinden öğrendim. Yazıyor ama şerit dönmüyormuş. Akşama kadar notlarını alıyormuş, akşamleyin eşi yorgun argın işten dönüyor ve henüz yemeğe oturmadan, eşi eliyle hafifçe daktilonun şeridini döndürüyor, o da yazıyormuş. Bazen yazdığı şeylere kaptırıyor kendini daktilonun başında ağlıyor, eşi yorgun, şeridi döndürürken bazen uyuya kalıyor. Eşini döndür şu şeridi diye uyarırken yazmak için aklına koyduğu cümleler kayboluyormuş, aklındakiler kaçarken hırsından köpürür bu sefer başka türlü ağlarmış. Her yazısı sanki bir çarpışmaya girmiş ya da bir çarpışmadan yaralı ucuz kurtulmuş bir hali vardı.

Hayatında kazandığı ilk telifi de hatırlıyorum, ilk romanı çıktı, eline o güne göre büyükçe bir para beş bin lira geçti, para cebinde, yanına çok eski bir arkadaşı geldi, o zamanlar furyaydı kollu makinede kumar oynamak, arkadaşı bütün parasını kaybetmiş, senetle televizyon alıp karaborsada ucuza satıyormuş, gün gelmiş televizyon borçları ödenmez olmuş ve evine haciz gelmiş. Çocuklarım karım şu anda sokakta diye yalvardı yakardı, o beş bin lirayı aldı, bir daha da ödemedi. Boş kovanlar gibi kelimeleri hiç sevmezdi. Kan izi taşıyan yaralı can çekişen kelimeler bulmakta çok mahirdi.

Bir gün bir internet sitesinden isim benzerliği yüzünden bu adam katil diye okuyucular yüz sayfa yazı döşenmiş, o gün yanımdaydı, bir telefon geldi, ağbi, yüzlerce sayfa seni linç ediyorlar, bir cevap ver diye. İnternet sitesine güç bela telefonla ulaşıldı, sitenin yöneticisi, bir yazıyla email gönderip cevap verin yayınlarız dedi. İyi de bilgisayarım yok, dedi. Sen, dedi, şu meşhur yazar, bilgisayarın mı yok, diyorsun. Site yöneticisi işletildiğini düşünüp telefonu kapattı. O gün bugün o iftiralara cevap da veremedi. Yazarlık da uzun süre direnebileceğini kimse tahmin edememişti. Suratı acı bir kış soğuğu yaşıyordu, sokaklarda kurt gibi dolaşıyordu.

İlk bilgisayarı aldığı günü de hatırlıyorum, tüplü bir bilgisayar, nasıl sevinçli, kendisi daktilo şampiyonuydu, şimdi bilgisayarla daha da hızlanacaktı, yanımıza yine bir genç yazar arkadaşı geldi, bedelli askerlik için para arıyormuş parayı denk etmiş ama günü de gelmiş biraz eksikmiş, aldığı bilgisayarı satıp bedelliyi tamamladı, yine daktiloya kaldı. Sonra çocuğa yaylım ateşi gibi konuştu, elmalarını yer bitirirsin, elmalarını değil, ağacını sevmelisin, acı çığlıklı trenler gelir geçer, treni değil çelik raylarına aşık olmalısın, dedi, için yandığında suya değil daktilonun başına koş, dedi, ve sonra çocuk gitti, oturduğu kahve kapanana dek hayata karşı öfkesinden hırsını yiye yiye gözleri karanlığa dalıp gitti.

O günlerde çok ünlü bir internet sitesinden yazması için teklif aldı, hatırlıyorum, ‘kabul et’ dedim, kaç defa geldiler her defasında reddetti. Niçin kabul etmiyorsun, dediğimde, bilgisayarım yok, dedi. Ee, dedim, bilgisayarın olmadığını söyleseydin, belki sana bilgisayar alırlardı. Söyledim, güldüler, bilgisayarım olmadığına inanmadılar, benim reddetmek için bahane uydurduğumu sandılar, dedi. Sanırım, dedi, modern dünya tarihine daktilo sorununu çözememiş son yazar olarak gireceğim…

Sonra onu TV’lerde gördüm, bayağı meşhur olmuştu, evde annem ve babam dahi onu çok seviyordu, arkadaşım olduğunu söyleyince inanamadılar, çok sevindim, nihayet eli para tutmuştur, diye, ‘ee iyisin’ dedim, ‘gölgeler gelir geçer ışıltılar yanar söner’ dedi, çok geçmedi, dediği oldu, Fetö’nün operasyonları başladı, öyle bir dibe vurdu ki, bir hikayesinde okudum, dolmuş parası yok, beş kuruş elinden düşüyor dolmuşta, şoförden azar yiyor, ayak altında o beş kuruşun kayboluşunu sonra o beş kuruşun ayak altlarından parlayıp dirilip mezarından çıkışını anlatıyor. Operasyonlar büyüdükçe büyüdü herkes sıra ona geldi diye konuşmaya başladı. On yıllarca müdavimi olduğu kahvedeki arkadaşları dahi Ergenekoncu diye laf atmaya kavga etmeye başladılar, kahveyi terketti, bir daha dönmedi. Yüzüne bakan telefonunu çalan kalmadı, işin doğrusu ben dahi korktum yanına gitmeye, bu sefer dedim, bitti, on yıl savaştı, dur, dedim, bırak, dedim, bu iş bitti, dedim, tınmadı, tam aksine, nalları parlayan atlar gibi sanki ülkesini yeni keşfeden bir atlı gibi yazılar yazıyordu, medya internet siteleri öyle işgal günleri yaşadı ki bayrağına topuk selamı veren, bir tek kendisinin kaldığını korka korka söylemeye başladık, gürleyip bağırıp bardaktan boşanırcasına yazılar yazdı. Bir yayıncı geldi.

Hiç sevmediği bir şey istedi ondan, TV konuşmalarını çözüp yayınlayalım, itiraz etti, konuşmadan kitap olmaz dedi, yayıncı bir daha geldi, bak çok parasızsın elini birkaç lira geçer, diye. Su parası elektrik parası ve nihayet elindeki cep telefonunun borcunu da ödeyemeyince, teklifi kabul etti. Kitap yirmi otuz baskı yaptı. Ancak yayıncı beş kuruş vermedi. Yayınevine gitti geldi parayı alamadı. Yayıncı bir daha söz verdi yine parayı vermedi. Parasızlık paraşütünü sert kayalara baş aşağı çarpa çarpa indirmişti. Bir piyasa kitapçısı buldu eski çok değerli kitaplarını karaborsaya en ucuzundan kelepir kabilinden sattı. Birkaç aya yine parası bitti. Bir ara yayıncı birkaç ay sonra öderim diye ümitlendirdi. Yine vermedi, üstelik, üstüne yayıncı bir de kitabın korsanını yayınladı. Korsan kitabı buldu, bu ne biçim soygun, hem telifim ödenmiyor hem kitabın korsanını dahi yapıyorlar, tam anlamıyla delirdi. O gün yanımdaydı, ağlıyordu, ağzından dişleri çürümüş dökülüyordu, dişçi dişlerinin tümünü yapmak için tam yirmi dört milyar istiyordu. Eski dergi günlerinden ünlü bir avukatı tanıyordu, yanımda aradı, ağbi, korsan kitabım çıktı, bir dava aç, diye. Avukat, bana bir vekaletname gönder, dedi. Tam o sırada telefonu yine ücretini ödeyemediği için kapandı. Sinirden eli ayağına dolaştı, avukatın telefonunu kaybetti. Yayınevinden yirmi otuz baskının paralarını alamadı korsanlarının hesabını hiç soramadı. O yayıncı kadını, dedi, bir gün Türkiye’ye rezil edeceğim, yıllar geçti, ne oldu o yayıncı kadının o korsan yayın davası telifler dedim, ‘Fetö metö kavga, vaktimiz olmadı, öyle bir yere düştüm ki bu vahşiyi artık hiç kimse yumuşatamaz, hayatta elime çıkan her parayı her altını her insanı bozdum, ama inadımı asla bozmadım.’ Konuşurken ağzından kan fışkırıyordu, bu kanlı tükürüğün ne kadarı çürümüş damak ne kadarı ruhundan ciğerinden bilemiyorum.

Hakkında çok şey biliyorum, gözle görülmez bir savaşı vardı kendiyle. İnatçılığı çok derindeydi. Hayat planı eğilmemekti. Gözlerinin oyuklaştığını avurtlarının çöktüğünü yüzünün incelip kemiklerinin sivrildiğini üflesen düşecek halini günbegün izledim ama korkaklık ve zayıflık, asla, önüne çıkanı dur diyeni paramparça edecek sıkılarak parçalanmış dişleri vardı. Ama elleri başkaydı, parmakları bir çocuk gibi şendi. Kendini neye adadığını bilmiyorum, galiba savaşı kaderine karşıydı. İletişim fakültesinde konferansında dinledim, şöyle dedi, bir insan ekranda Temel fıkrası anlatırken niye ağlar, üst üste iki kardeşini kaybetmiş bir insan ekranda Temel fıkrası anlatırken bile sebepsiz ağlar, deyip söze girdi. Bir hikayesinde anlatmıştı, babası ölmüş, aylarca otobüs parası bulup mezarına gidemiyor, bulvarda kaçak sigara satıp parayı denklemek istemiş, polisler yakalamış, bir sıkı dayak ve cebinde kazandığı bütün parayı rüşvet verip kurtulmuş. Kimsenin yanına gitmez kimseyle konuşmaz, çorbasını yalnız içerdi ama çok şiddetli içerdi çorbasını, bir başkaldırı, bir isyan filmi çeker gibi içerdi. Hala bir yazısına denk gelsem şaşırır kalırım yüzünü vicdanları yıkayacak bu kadar gür suları nerden buluyor, diye. Her türlü minnetten ağırlıktan çok korkardı, canı yandıkça adımlarından kan izleri bırakıp şehrin tepelerine parklarına yürürdü. Yazıları dalgasız dümensiz küreksiz bir denizde kafası kayalardan kayalara çarpar gibi. Kanının elektriğini kelimelerine geçiren çok kızgın bir beyni vardı, burası çok ürkütücüydü, çok kızgın, hangi arkadaşıma sorsam, yahu bu adam Ergenekoncu faşist ırkçı bitmiş bir adam, ama yırtıcı kuş gibi, her insan yapımı travmayı iyileştirecek o duygularının gücü…

Geçen gün, yine parkta, küçücük taşlar ve kuru yapraklar üstünde otururken gördüm onu, akşam alacasına kadar oradaydı, her bir kuru yaprağı alıp koynuna atıyordu bir madalyon gibi.

Ne zaman ufkun karardığını ne zaman bir fırtına ne zaman uçtan uca karanlık ormanlar görsem hep o yazarı hatırlarım.
İçtiğimizi içmeyen gördüğümüzü görmeyen ne bilsin halimizi?

Ünlü ressam Duchamp’ın ‘Büyük Cam’ adlı o çok ünlü eseri, taşınırken yolda kırılmış, en büyük eseri kırılınca Duchamp, şöyle der: ‘İşte şimdi sanat oldu!’. Yolda kırıla kırıla sanat olduk. Her sonbahar bu parkta kaç kez ölümden döndük. Satırlarla kalbimiz arasını yine sis mi bastı kablolar niye böyle birdenbire koptu! Mutluluk mu ağu mu esin perisi mi satırlar yapraklar arasında yine bir gidiyor bir geliyor, sevgilinin yüzü yine yapraklar arasında bir görünüyor bir kayboluyor. Kaşlarım çatık değil gözlerim siyah. Hala aynı tepedeyim sevgilim uzaktan koyun sürüleri geçiyor… Sakın üzülme bir gün üstesinden geleceğiz sakinleştireceğiz bu kızıl yaprakları! Ateş donar gül olur.

Elma elma yanak yanak dişlenir, yaprak dalından kopar, Eylül Ekim ağzında sirke olur. Almancasını Çincesini de becerip yazdım, ararsanız ben yine buradayım, ey kızıl yapraklar.

Ey kurumuş yaprak, her yere günahlarını yine tek başına mı taşıyorsun. Söyle, şehirde veda etmeye değer kim kaldı! İçine sineceğimiz başka bir köşe mi kaldı! Sadece minik nemli taşları mı, düşerken öpülmek en güzelidir, beni de öpün ey kızıl yapraklar!

Ah bu mevsim yine ne uzun bir mektup. Yine küflenmiş daha önce hiç açılmamış hangi demir gibi sağlam dolapları kırdınız? Çatlağı deliği menteşesi olmayan bu kapıdan yine nasıl sızdınız? Sessizce ağrıyan kalbini çok kırılmış o memleketin yolunu yine nerden buldunuz. Yutulamayacak kadar ağır bu kederi hangi eski türkülerde buldunuz.
Kuruyup çatırtıyan çınarların koynunda oynaşan bu incecik yel, yine hangi ayrılıktan dönüyor! Bir uçuyor bir düşüyor bir sürünüyor, ürküyor kızıl yaprak!

Kemiklerime işleyen incecik yel, dünden ne kalmışsa, bir kısmını zibilliğine gömüyor bir kısmı elmas gibi parlıyor! Park değil demirci örsü, yaprak değil kor ateş.

Tanıyorum o yazarı, saf halini bulabilmek için hep bu parka geliyor. Uçuyor kıvılcım kıvılcım, sürünüyor cız cız, kızıl yaprak kor maden ocağında, çekiç çekiç kafasına kafasına, döve döve… Yapraklar içinde boğuluyor. Yapraklar yapraklar yapraklar arasında sahici dünyayla kendini barıştıracak uygarlığın düzemeyeceği kelimeler arıyor!